BRINDISI-LECCE-OTRANTO-GALLIPOLİ

Şaşkın bir vaziyette hiçbir kontrol noktasından geçmeden İtalya topraklarına girdikten sonra ilk işimiz bir GSM operatörü dükkanına gidip yeni bir hat almak oldu. Yurtdışında ‘Prepaid SIM card’ diye içinde sadece internet ya da hem internet hem konuşma olanağının olduğu faturasız hatlar satıyorlar, gezerken-yol bulurken en çok ihtiyaç duyulan şey internet olduğu için biz 1 ay süre geçerli olan 20GB internet paketini aldık, tanıtımlarda bunun 9Euro olduğunu söylüyorlar ancak kart aktivasyonu ile birlikte bu karta 25Euro ödedik. Kartı aldığımız satıcı 2 saat içinde kartın spontan aktive olacağını söyledi ama olmadı o yüzden söyledikleri saat geçtikten sonra kartınız aktive olmadıysa GSM operatörünün herhangi bir şubesine gidip kartınızı aktive etmek için yardım istemenizde fayda var.

Brindisi İtalya’nın güneyinde, tam da topukta  Puglia (Pulia okunuyor) bölgesinde bulunuyor, burası geneli ovalarla kaplı ve başlıca geçim kaynağı tarım olan bir bölge. Bu bölgenin şarapları çok ünlü ve tattığımız kadarıyla bu ünü sonuna kadar hak ediyor.

Buraya kadar gelmişken Brindisi’yi gezelim dedik. Karavanımızı şehir merkezine çok ta uzak olmayan bir karavan parkına bıraktık, burada elektrik ve kirli su/WC boşaltma olanakları da var ama herhangi bir görevli yok ve herhangi bir ödeme noktası da göremedik.  Acaba bu imkanlar Brindisi belediyesinin karavancılara armağanı mı anlayamadık.

Brindisi’de eski şehir gerçekten eski, binaların çoğu bakımsız, sokaklar pis ve kaldırımlar köpek kakası dolu. Siesta saati olmamasına rağmen şehir sakin, ortalıkta pek insan yoktu.

Görülmesi gereken yaklaşık 10 nokta var ve bunları yürüyerek gezmeniz yaklaşık 1 saatte mümkün, bir de kahve molası verirseniz Brindisi şehrine 2 saat ayırmanız yeterli, eğer Puglia bölgesi gezisi planladıysanız sakın konaklamanızı burada yapmayın çünkü birazdan anlatacağım çok güzel yerler var.

Şehrin yeni tarafında güzel geniş bir cadde Corso Umberto I, sağlı sollu dükkanlar var, bu caddede bir kahve molası verilebilir.

Turistik noktaları haritada yuvarlak bir hat şeklinde planlarsanız 1 saate yakın sürede tüm bu yerleri görebilirsiniz.

           

Doğrusu Brindisi bize pek cazip gelmedi, hedefte bugünkü gezi planının 2. durağı olan Lecce var.

LECCE

Lecce’ye daha girmeden şehir Brindisi’den çok farklı olduğunu adeta bağırarak size söylüyor

Yaklaşık 10m uzunlukta bir araçla seyahat ettiğimizden bizim için bir şehre girince en önemli konu park meselesi, Lecce’yi araba+karavanla mecburen bir süre dolaştıktan sonra park edip eski şehre şaşalı bir kapıdan dalıyoruz.

Eski şehir gerçekten büyüleyici, sanat her yerde, binalar muhteşem, insan neye bakacağını şaşırıyor, buraya güneyin Floransa’sı yakıştırması yapılıyormuş ve şehir barok mimarinin örneklerini görebileceğiniz şaşalı yapılarla dolu. Barok mimari, 16-18. yüzyıllarda İtalyan kiliselerinde gücünü tanrı ve mitoloji taslaklarından alan ve işlemeli duvarlar, görkemli bahçelerle donatılmış mimari yapılarmış, bu dönemde sanat doğayı taklit etme değil, aksine onu biçimlendirme olarak anlaşılırmış.  Anladığım kadarıyla biraz da gösteriş ve güç gösterme dönemiymiş. Bu şehrin yönetmen Ferzan Özpetek’le de yakın ilişkisi var, onun filmlerini sevenler Lecce’den bambaşka bir tat alacaklardır eminim. Eğer bu şehri yürüyerek hakkını vererek gezmek istiyorsanız en az 3 saat ayırmanız gerekir ama daha detaylı gezmek isterseniz buraya konaklamalı 1 gün ayırabilirsiniz. Gezerken yapılardaki detaylara takılıp kalırsanız 1 gün bile yetmeyebilir, detaylar, detaylar……

Sokaklarda pek çok satıcı var ve çok güzel şeyler satıyorlar.

Biz Ağustos ayında gittiğimiz için oldukça kalabalık ve hareketliydi.

 

Şehri çeviren surlarıyla, sanat dolu tarihi eserleriyle, kalabalık dar sokaklarıyla Lecce’yi çok beğendik.

OTRANTO

Bu kadar sıcak havada, üstelik kötü bir gemi yolculuğu ile Yunanistan’dan gelip iki şehir gezince Otranto bize ilaç gibi geldi. Yüksek sezon olması nedeniyle çok kalabalık, hareketli ve neşeliydi. Plajları eski şehir kadar davetkardı ama bugünkü planımızda gezilecek 1 nokta daha olduğundan plaja sadece bakıp eski şehri gezmeye başladık.

Burası Brindisi ve Lecce’den bambaşka, neşeli, küçük bir sahil kasabası, görkemli bir kalesi ve eski şehrin içinde yine sanat dolu tarihi yapıları var. Çarşısı çok kalabalık ve herkes tatilde olduğundan mutlu, güzel kokulu, hoş bir hareketlilik var. Burada konaklamak çok iyi bir fikir, üstelik denize girme zamanıysa gündüz şahane denizde, akşam eski şehirde çok hoş vakit geçirilebilir.

Kale etrafında çok sayıda yeme-içme mekanı ve neşeli İtalyan’ların kahkahalar eşliğinde gezdiği triportörler var, kalenin duvarına oturup gelen geçeni izlemek bile insana çok keyif veriyor…

Otranto, İyon ve Adriyatik denizlerinin buluştu stratejik konumuyla tarih boyunca önemli bir liman şehri olmuş, 1480 yılında fatih Sultan Mehmet döneminde 13 aylığına Osmanlı’nın elinde kalmış, Hristiyan kaynaklara göre fetih sonrası Gedik Ahmet Paşa’nın şehirde ölçüsüz şiddet uyguladığı ve Müslüman olmayı kabul etmeyen 800 kişiyi kılıçtan geçirdiği söyleniyor. Ve bugün bu 800 kişinin kemikleri katedralde sergileniyor. Yine aklımda aynı soru, kim bu toprakların ilk sahibi? Sınırlar olmasaydı, sinirler olmaz mıydı? Bu hikaye çok çarpıcı ve üzücü ve ben katedrale girip kemikleri görmeden çıktım, gerçekten görmedim, gözüme çarpmadı, iyi ki de öyle oldu:((

Ağustos ayında şehir çok kalabalık, özellikle İtalyan’ların tatil için tercih ettiği bir bölge, dolayısıyla şehir içinde ciddi bir trafik ve otopark sorunu var. Şehre girmeden göreceğiniz tabela park etmek için uygun, üstelik karavanla konaklama imkanı da var, elektrik, su, kimyasal wc boşaltma yeri var, otopark ücreti 5 Euro, konaklamak isterseniz geceliği 10 Euro.

Otranto, Puglia bölgesinde mutlaka görülmesi gereken yerlerden biri…

GALLIPOLI

Yunanistan’dan İtalya’nın Brindisi şehrine geçtikten itibaren Gallipoli 4. durağımız oldu, az zamana büyük işler sığdırdık ama pilimizde neredeyse bitti. Gallipoli şehri de yine bir sahil kasabası, deniz tatili için seçilebilecek, İtalyan’lar için turistik bir bölge. Şehrin girişinde çok sayıda karavanın park ettiği bir otopark görünce çok sevindik ve karavanımızı park edip 4 Euro’ya bir gün geçerli otopark bileti aldık, bu kadar yorgunluğa rağmen şehrin gecesini görmek üzere yola koyulduk ve niyetimiz dönüşte karavana girip hemen uyumak oldu.

Şehrin girişi yani yeni şehir gördüğümüz diğer yerlerden mimari olarak çok farklı değildi, çok kalabalıktı ve şehir merkezine doğru trafik durma noktasına gelmişti. Bu yüzden aracınızı bir süre yürümeyi göze alıp, merkeze uzak bir yere park etmek daha mantıklı. Bir süre yürüdükten sonra bizi güzeller güzeli Gallipoli kalesi karşıladı, denizdeki deniz kestanesi heykeli buranın balıkçılıkla uğraşan bir yer olduğunun sinyalini veriyordu.

Eski şehre girer-girmez dikkati çeken en önemli noktalardan biri balık pazarı, burada tezgahta beğendiğinizi, istediğiniz miktarda seçiyorsunuz ve sizin için pişiriyorlar, akşam saati o kadar kalabalıktı ki boş masa bekleyen çok sayıda insan vardı, bizde yemeğimizi burada yemeyi çok istedik ama keyifle yemeğini yiyen insanlardan bize sıra gelmeyeceğini düşünüp üzülerek vazgeçtik.

Hava kararınca eski şehir çok hareketli oluyor, daracık ara sokaklar tatil yapan neşeli insanlarla dolu, restoranlar dolu ama siz siz olun ‘menü turistico’ yazan yerlerde yemeyin, biz yedik, pişman olduk. Niyetimiz her şeyden azar azar tatmaktı ama porsiyonlar o kadar azdı ki masadaki güzel şarap olmasa moralimiz epey bozulabilirdi. Buraya geldiyseniz Puglia bölgesine özel orecchiette  (orekiette diye okunuyor) makarnasından tatmanız güzel olur, bu makarnayı çeşitli soslarla yiyebilirsiniz.

Gündüz sakin olan her yer gece epeyce hareketleniyor, mevsiminde geldiyseniz şehrin içinde olmasına rağmen tertemiz olan sahilde deniz keyfi yapabilirsiniz.

Diğer yerlerde olduğu gibi burada da sanat eseri niteliğinde pek çok kilise ve tarihi yapı var.

Bu şehrin gecesi daha da güzel, hele yaz mevsiminde geldiyseniz gündüz denizden de faydalanacağınızı düşünerek, bu şehirde hem geceyi hem gündüzü yaşamak için konaklamalı 1 gün ayırmanızı tavsiye ederim.

Yazının başında şehrin girişinde pek çok karavanın park ettiği bir otoparktan ve sevincimizden bahsetmiştim. Gece yemek yiyip, şarap içip yorgun bir şekilde karavanımızın yanına döndüğümüzde polis yanımıza gelip burada kalamayacağımızı ve gitmemiz gerektiğini söyledi, nereye gidelim deyince de bize bir adres verdi. Gecenin kör vakti polisin verdiği adreste kimse yoktu ve gözümüzden uyku akıyordu, karavanı oraya park edip uykuya daldık. Sabah erken saatte hiç de hoş olmayan bir şekilde otopark görevlisi tarafından uyandırıldık ve adeta kovulduk, İngilizce bilmediği için buraya keyfimizden gelmediğimizi, polisin bizi bu park alanına yönlendirdiğini de anlatamadık. Eğer Gallipoli’ye yolunuz karavanla düşecekse konaklayacağınız yeri önceden ayarlamanızda fayda var:))

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

MORA YARIMADASI

Atina’dan sonraki durağımız Mora Yarımadası. Doğrusu bu turu planlamadan önce Mora Yarımadası nerde diye sorsalardı haritada yerini gösteremezdim herhalde, artık biliyorum:) Bir süredir navigasyondan ücretli yolları çıkardık, bazen bizi saçma sapan yerlere soksa da genelde rotamız üzerinde güzel yerler oluyor. Nea Makri’den ayrıldıktan biraz sonra Maraton gölünden geçiyoruz. Yapısı itibariyle bir baraj gölünü andıran bu gölden geçmek için sadece tek aracın sığabildiği bir köprüden geçmek gerekiyor, neyse ki köprünün her iki ucuna trafik lambası koymuşlar. Işığın bizim için yeşile dönmesini beklerken gölün huzurlu manzarasını seyretme fırsatımız oluyor.

Yolumuzun üstünde beni çok şaşırtan bir başka köprü ise Yunan anakarası ile Mora Yarımadasını birleştiren Isthmus köprüsü. Bu köprü Corinth körfezi ile Saronic körfezini birleştiren Corinth kanalının üstünde yer alıyor, öyle yüksek ki bakarken insanın yüreği hopluyor. Bu kanal normalde ada olan Mora’yı 1893 senesinde teknik olarak yarımada yapmış. Gerçekten büyüleyici ve bir o kadar yarayışlı bir kanal olmuş, bu kanal olmasaydı denizden epey bir mesafe yol almak gerekecekti. Kanalın yapımı ile ilgili enteresan hikayeler var, merak edenler bulup okusunlar:)

Köprünün üstü bu eşsiz manzaranın fotoğrafını çekenlerle dolu, cesaretiniz varsa bungee jumping yapma fırsatı da var:))

Bu köprüden geçtikten sonra artık Mora Yarımadası’ndayız. Burada Yunanistan’ın genelinde çokça gördüğümüz zeytin ağaçlarını daha da çok görmeye başlıyoruz. Yollar geniş ve düzgün, hızlı sezon olmasına rağmen trafik rahat. Ara ara balık çiftlikleri gözümüze çarpıyor. Bu adada ilk durağımız Epidavros bölgesi. Bu bölge arkeolojik alanların çokça olduğu bir bölge, sıcak havaya rağmen bir kısmını gezmeyi başardık. Bu bölgede yer alan Epidavros tiyatrosu önemli, günümüzde de büyük bir tiyatro festivaline ev sahipliği yapıyor. Küçük bir limanı ve sakin tavernaları var. Adadaki zeytin ağacı bolluğuna burada birde portakal ağaçları ekleniyor. Yeşille mavinin dans etmesi diye buna diyor olmalılar. Küçük Epidavros tiyatrosunu ararken kaybolup, dağ başında minik bir kilise görüyoruz. Annelerimizin çeyimize koyduğu ama burun kıvırdığımız danteller nasıl da özenle süslüyor her yeri. Epidavros bölgesi genel olarak sakin bir bölge, çok sayıda arkeolojik alan var ama adanın daha güzel yerlerini görünce keşke burada konaklamasaydık diye iç geçirdik. Üstelik internet sitesinden görüp beğendiğimiz kamping ne yazık ki bizi hayal kırıklığına uğrattı.

Epidavros’a oldukça yakın mesafede yer alan Nafplion çok daha güzel bir yer, zaten burayı görünce niye burada kalmadık diye pişman olduk. Güzel ve hareketli bir merkezi, renkli-küçük bir çarşısı olan bir liman kenti. Tepesindeki Palamidi kalesi ve limanın karşısındaki Bourtzi kalesi oldukça güzel.

Adadaki bir sonraki konaklama durağımız Githio bölgesi, buraya giderken yollar epey virajlı. Burası da bir liman kenti, deniz kenarında pek çok tavernası var. Biz şehir merkezine oldukça yakın olan bir kampinge kaldık ancak burası da bizi hayal kırıklığına uğrattı.

Buraya yaklaşık 70 km mesafedeki Monemvasias merak ettiğimiz noktalardan biri. Bu güzel yere ulaşmak için bir süre virajlı, dar dağ yollarından gitmeyi göze almanız gerekiyor ama gerçekten merakımızı ve çabamızı hak edecek kadar güzel ve etkileyici. Burası eski çağlarda düşman saldırılarından korunmak için tasarlanmış bir kale şehir. Manası tek girişli demekmiş. Gerçekten şehrin küçük bir girişi var, buraya araç girişi yasak zaten girince anlayacaksınız ki araç geçecek bir yol yok, daracık, inişli-çıkışlı yollar adeta labirent gibi. Dolayısıyla aracınızı yer bulursanız yola, bulamazsanız köprüden önce bir yere park etmeniz gerekecek. Biz arabamızı köprüden önce deniz kenarına park edip, köprüden yürüyerek geçtik.

Buraya giriş ücretsiz, kesinlikle görülmesini tavsiye edeceğim bir yer, pek çok yeme-içme mekanı, hediyelik eşya dükkanı ve tarihi dokusu bozulmamış butik otelleri var.

Üstelik bu harika şehri dolaşıp yorulduktan sonra geri dönüş yolunda kayalıklarda suya girip serinleyebilirsiniz, burada ücretsiz kullanabileceğiniz duş da var.

Monemvasias’ı bayılarak gezdikten sonra rotamız Elafonisos adası. Bu adaya geçmek için Punta Limanından feribota binmeniz gerekiyor. Biz yüksek sezonda olduğumuz için çok ciddi bir kuyruk vardı, nasıl olsa adada toplu taşıma vardır diyerek aracımızı bırakıp yaya olarak geçtik. Feribota araç alımı geri geri yapılıyor çünkü tek kapısı var, çıkarma gemisi gibi bir şey, mesafe çok kısa, yolculuk kısa sürüyor. Biz kişi başı 1 Euroya yolculuk ettik, aracınızla geçmek isterseniz araç bileti 12 Euro. Adaya ayak bastıktan sonra kısa bir tur yapıyoruz, burası gerçek bir Yunan kıyı köyü havasında.

Adada toplu ulaşım yok, zaten adanın toplam yüzölçümü 19 kilometrekare, gitmek istediğiniz yere ya taksiyle ya da limandaki küçük kilisenin önünden kalkan botlarla gidebilirsiniz. Meşhur Simos plajına gitmek için biz taksi kullandık, 7 Euroya anlaştık ve dönüş için sözleştik, bizi anlaştığımız saatte aynı ücrete limana geri getirdi. Simos plajı gerçekten çok güzel, plajda şezlong ve şemsiye kiralıyorlar, aynı zamanda içecek ve minik atıştırmalık veren büfe var ama elbette kendi şezlongunuzu da götürebilirsiniz. Deniz gerçekten çok güzel, su cam gibi. Plaja ulaşmak için yürüdüğünüz yol mis gibi kekik kokuyor. Keşke burada kalsaydık diye bir kez daha iç geçiriyoruz:( Bizim bu ada için ayırdığımız süre kısıtlıydı, bu yüzden diğer güzel koylarını görme, kıyıdaki güzel tavernalarda oturup keyif yapma fırsatımız olmadı, eğer buraya gitmeyi düşünürseniz 1 tam günü buraya ayırmanızı tavsiye ederim.

Mora Yarımadası’nda kaldığımız her iki kampingten de memnun kalmadık. Bundan sonraki durağımız ismine bulmacalardaki iri sofralık zeytin sorusundan aşina olduğumuz Kalamata. Kalamata’ya doğru yol alırken uğradığımız noktalardan biri Areopoli. Burası bir köy, yarım saatte gezilecek kadar küçük, biraz yürüyüş yaptıktan sonra Limeni’ye gidiyoruz.

Areopoli
Areopoli

Limeni çok güzel ve bir o kadar minik bir köy, denizi güzel, evleri güzel, adeta kartpostal gibi. Bu minicik yerde o kadar çok insan var ki, kendinize 1 havluluk yer bulursanız şanslısınız:)

Limeni

Burada manzaranın seyrine doyup, harika denizinde serinledikten sonra Kalamata’ya doğru devam ediyoruz. Doğrusu niyetimizde Kalamata’da konaklamak vardı ancak arabayla yaptığımız turda bize pek cazip gelmedi, Kalamata büyük bir liman kenti, yapılaşma diğer yerlerde gördüğümüzden daha fazla, şimdiye kadar adada seçtiğimiz kamp alanları ile ilgili hayal kırıklığımızı da göz önüne alınca gidebildiğimiz yere kadar gitme kararı alıyoruz.

Mora Yarımadası ile ilgili ufak notlar:

  • Yolların çoğu geniş ama bazı yerlere giderken bir tarafı uçurum, virajlı ve dar yollardan geçmek gerekiyor, yola çıkmadan önce alternatif rotalara göz atmakta fayda var.
  • Adada zeytin, portakal ve çam ağaçları adeta dans ediyor, o kadar çoklar ki, müthiş.
  • Bir de dev kaktüsler var, bu kaktüslerin meyvesi yeniyor, elinize iğnelerini batırmadan dalından koparmayı ve soymayı başarırsanız, çekirdekli ama oldukça lezzetli bir tat sizi bekliyor.
  • Biz ülkemizde yollarda ne yazık ki araba çarpmış kedi yada köpek görürüz burada araba çarpmış çok sayıda tilki gördük ve çok şaşırdık.
  • Zeytin ağacının bu kadar bol olduğu bir ülkede hiç zeytin, zeytinyağı satan dükkan görmedik. Oysa bizim oralarda bir bölge zeytinle uğraşıyorsa 100 çeşit zeytin, zeytinyağı, zeytinden yapılan sabun, kolonya gibi şeyleri satan ve en hakiki-gerçek-öz ürünlerin kendilerinde olduğunu vaad eden sıra sıra dükkanlar olur, buna da şaşırdık.
  • Kampingler anakaradaki kadar iyi değil, iyi araştırıp seçim yapın.           Artık Mora Yarımadası’na veda vakti, Rio-Antirio köprüsünü kullanarak Yunan anakarasına geri dönüyoruz, köprü geçiş ücreti araç+karavan için 20 Euro. Bir sonraki yazıda uyandığımız yerde görüşürüz…
  • Kaktüs meyvesi

 

 

 

 

ATİNA

Uzun süren bir yolculuk sonrası Atina’nın Attica-Marathonas bölgesinde bulunan kampinge geldik. Bu bölge bir ova, hem tarihsel önemi var hem de günümüzde yaygın seracılık ve tarımsal faaliyetler ile Atina’nın meyve-sebze bahçesi denilebilecek nitelikte. Dünya küçük diye boşuna söylememişler, gelir-gelmez bu bilgileri yanımıza yaklaşıp Türkiye’den mi geldiniz diye soran Fedon’dan öğreniyoruz. Fedon İstanbul doğumlu, Yeşilköy’lü, bir süre Türkiye’de çalıştıktan sonra Atina’ya yerleşmiş. Tanıdık birini görmüş gibi sevinip sohbet ediyoruz. Aslında sadece Marathonas bölgesinde değil yol boyunca çoğu yerde ekili alanlar, tarımsal faaliyetler dikkatimizi çekmişti ama kafeleri dolu tarlaları boş görmüştük, hazır buralı birini görmüşken kim çalışıyor diye soruyoruz. Fedon sorumuza gülerek cevap veriyor, Yunan halkının çalışmayı pek sevmediğini, özellikle Marathonas bölgesinde daha çok Pakistan’lı göçmenlerin bu işlerde çalıştığını söylüyor.

 

Bu bölgenin bir diğer önemi ise Yunanlılar ve Persliler arasındaki Marathon savaşlarının geçtiği bölge olması. Günümüzde bu savaş Maraton koşusuna esin kaynağı olmasından dolayı oldukça ünlüdür. Rivayete göre Maraton ovasında Atina kuvvetleri Pers’leri mağlup edince zafer haberini Atina’ya ulaştırmak üzere bir ulak gönderilmiş, bu ulak Atina’ya kadar hiç durmadan koşmuş ve zafer müjdesini verdiği anda düşüp ölmüş. İlk olarak 1896 yılında Atina olimpiyatlarında Maraton ovası ile Atina arasında koşulan Maraton koşusu bu söylenceden esinlenmiştir.

Bulunduğumuz bölgede çok uzun bir sahil var ve sahil boyunca çok güzel fıstık çamları sıra sıra dizilmiş. Sahildeki tesislerden bazıları su sporları hizmeti de veriyor, kendi şezlongu-şemsiyesi ile gelenler de az değil, çok kalabalık, hareketli bir sahil.

Atina’da gezilecek yerler listesi kabarık, kızgın güneşe rağmen denizi arkamızda bırakıp yola çıkıyoruz. Daha önceki yazılarda, Dedeağaç’ta başlayan Egnatia Odos otoyolunun Atina’ya kadar devam ettiğini söylemiştim. Yolun Selanik’e kadar olan bölümünde ödeme noktaları birbirinden uzak ve alınan ücretler makuldu. Ancak enteresan bir şekilde Selanik sonrası ödeme noktaları giderek birbirine yaklaşmaya ve ücretler sinir bozmaya başlıyor. Fedon yolun Selanik-Atina arasının özelleştiğini bu yüzden ücretlerin fazla olduğunu hatta Selanik’ten Atina’ya 25 Euro’ya uçtuğunu araba ile gelse 50 Euro’ya yakın otoban parası verdiğini söyledi. Bunu anlattım çünkü artık ücretli yolları navigasyondan çıkarmanın ve Barış Manço’dan cacık şarkısını dinlemenin zamanı geldi:)

İlk durak Akropolis, önce arabamızla keşif yapalım diyoruz ve şaşırtıcı bir şekilde bu kadar turistik bir bölgede, bir ara sokakta boş yer bulup arabamızı bırakıyoruz, şaşırtıcı olan bir değil birçok boş yer olması. Otobandan intikamımızı otoparktan alıyoruz:)

Akropolis Atina’ya hakim bir tepede yer alıyor, şehrin birçok yerinden görülüyor. Bu bölge ile ilgili o kadar çok mitolojik bilgi var ki mitolojiye merakı olanlar burada bayram eder sanırım. Zeytin ağaçlarının eşlik ettiği bir patikadan tepeye tırmanıyoruz.

Hava çok sıcak, bilet almadan önce bilet gişesinin karşısındaki büfeden limonata alalım diyoruz. Bildiğimiz limonatayı ‘Frozen’ sıfatıyla 4.5 Euro’ya satıyorlar, hamama giren terler diye boşuna söylememişler. Sadece Akropolisi gezmek isterseniz giriş bileti 20 Euro. Önemli not: karşıdaki büfeden aldığınız havalı limonataların içeri girmesi yasak! Girişin önündeki çöp kovası içeceklerini aceleyle içmeye çalışan bir kalabalık ile dolu, bizde o kalabalıkta yerimizi alıyoruz.

Akropolis Yunanca ‘yukarıda bulunan şehir’ demek. Klasik dönem Yunanistan’ında her önemli yerin bir akropolisi varmış, tapınaklar, hazinelerin saklandığı yapılar ve çeşitli kurumlar burada yer alırmış, bir saldırı durumunda şehir sonuna kadar savunulurmuş. Benim mitolojiye pek merakım yok ama şehre neden Atina isminin verildiği ile ilgili hikaye çok hoşuma gitti. Atina şehri yeni kurulurken şehrin koruyucu tanrısının kim olacağı söz konusu olur. Bütün Olimpos tanrıları bir araya gelir ve çeşitli yarışmalar sonucu finale Poseidon ve Athena kalır. Jüri olan tanrılar şehre en büyük hediyeyi verecek olanı şehrin koruyucu tanrısı seçeceklerini söylerler. Poseidon mızrağını yere vurur ve buradan su fışkırır; jüri tanrılar çok etkilenir ancak denizler tanrısı olan Poseidon’un vaad ettiği su tuzlu sudur. Athena’nın mızrağını sapladığı yerden ise bir filiz çıkar ve büyür, çok güzel bir zeytin ağacı olur ve “Bu da zeytin ağacıdır’ der başlatır anlatmaya. Zeytini yiyebilir, yağını yemeklerde kullanabilir, ilaç yapabilir, yakıp aydınlanabilirsiniz, üstelik bozulmaz ve bozulmasını istemediğiniz yiyeceklerinizi saklayabilirsiniz der. Bütün tanrılar bu ağaca bakakalır ve büyülenirler böylelikle şehrin koruyucu tanrısı Athena seçilir ve şehir onun ismi ile anılır.

Zeytin ağacı ne kadar kadim, bilge bir ağaç, kıymetini bilmeyenler utansın.

Atina akropolisinde en önemli yapılar Parthenon tapınağı, Erekhtheion tapınağı, Nike tapınağı ve Propyleia (giriş kapısı) dır. Ayrıca Dionysos tiyatrosu da yine bu arkeolojik alanda yer alıyor.

Gerçekten yapılar muazzam, teknolojinin olmadığı bir dönemde bu kadar yüksek bir tepeye, bu kadar işçilik isteyen yapılar, estetikten ödün vermeden nasıl yapılmış insanın aklı almıyor. Bu işte de uzaylıların parmağı olmasın:)

Akropolis’ten şehre baktığınızda Zeus tapınağını, Hephaestus tapınağını, Monastraki meydanını ve daha adını hatırlayamadığım birçok anıtsal yapıyı görmeniz mümkün. Bu bana yetmedi derseniz aşağıda Akropolis müzesini de gezebilirsiniz.

38 derece sıcakta, kızgın güneşin altında, azimle bu arkeolojik alanı dolaştıktan sonra kan ter içinde tepeden aşağı salınıyoruz. Bu yolun her iki yanında bu kadar çok zeytin ağacı olması hikayeyi dinledikten sonra daha da anlamlı oluyor. Gerçi ağaçların gövdeleri ince, bunlar genç ağaçlar ama olsun hikayeye uygun yolu düşünenlere koca bir alkış….

Plaka, Akropolis’in eteklerinde hediyelik eşya dükkanları, kafe, restoranların yoğun olduğu turistik bir bölge. Burası oldukça hareketli, cıvıl cıvıl bir yer. Bu kadar emekten sonra soğuk bir şeyler içmeyi hak ettik, bir de atıştırmalık musakka sipariş ediyoruz. Bu musakka annelerimizin yaptığı musakka gibi değil, dış görüntüsü lazanyayı andırıyor, oldukça lezzetli. Hangisini beğendik derseniz, ikisi de güzel.

 

Plaka’da verdiğimiz kısa molanın ardından yürümeye devam. Yolumuzun üstünde Ermou caddesi var, burası mağazaların, kafelerin olduğu uzun bir cadde, biraz bizim İstiklal caddesini andırıyor. Görmedik dememek için yürüyoruz.

 

Bir sonraki hedefimizde Monastiraki meydanı ve hemen yanı başında bulunan bit pazarı var. Monastiraki meydanı Atina’nın en turistik yerlerinden biri, meydanda bir de Osmanlı döneminden kalma cami göze çarpıyor, bu cami günümüzde müze olarak hizmet veriyor. Atina’nın pek çok yerinden olduğu gibi buradan da Akropolis’i görmek mümkün. Meydanın hemen yanı başında başlayan bit pazarı renkli, kalabalık bir sokak. Biz antika göremedik ama 2.el deri eşyalar çoktu. Meydana yakın başka bir cazibe noktası sağlı sollu geleneksel Yunan tavernalarının olduğu Mitropoleos sokağı. Doğrusu tabelalardaki yiyeceklerin çoğu tanıdık. Yeri gelmişken dönerin Yunanistan’da çok yaygın olarak satılan bir yiyecek olduğunu belirteyim. Gyros adı ile sattıkları bu ürünü domuz, tavuk ya da sığır etinden yapıyorlar. Küçük bir pita ekmeğini külah gibi kıvırıp içine döner, cacıki, patates kızartması ve isteğe göre soğan koyuyorlar, tavernalarda porsiyon olarak da yemek mümkün. Biz beğenerek sıkça yedik. Ama Mitropoleos sokakta denediğimiz ‘yoğurtlu kebab’ bizden geçer not alamıyor, Adana, Antep, Urfa’da kebap yediyseniz bunlara kebap demeye diliniz varmaz.

Eğer mitolojiye merakınız varsa bir tam gününüzü Akropolis ve müzesine ayırmak gerekir ama bizim gibi biraz gördük, biraz okuduk bu kadar yeter diyenlerdenseniz yürüyerek önemli çoğu yeri 1 günde görebilirsiniz. Sıradaki hedefimiz Syntagma meydanı ve ardından Parlamento binası, yine Ermou caddesinden geçerek ilerliyoruz. Parlamento binasının önündeki ponpon ayakkabılı nöbetçi askerleri görev devri yaparken izlemek eğlenceli.

Parlamento binasının hemen yanı başında Milli Park var, burası heybetli ağaçları, kuş cıvıltıları ile şehrin göbeğinde tam bir vaha. İçinde küçük bir hayvanat bahçesi de olan park cennetten minik bir demonstrasyon gibi. Vaktiniz çoksa kitabınızı alıp çimlerin üstünde keyifle vakit geçirebilirsiniz. Bizim vaktimiz sınırlı olduğundan parkta uzun bir yürüyüş sonrası buradan ayrılıyoruz. Küçük bir not parkın kapısında 19.30’da kapandığı yazıyor!!!

Kolonaki bölgesi bir diğer görmek istediğimiz yer, daha önce Atina ile ilgili okuduklarımızda buranın çok hareketli, canlı bir yer olduğu yazıyordu. İstanbul’un Nişantaşı’sı yakıştırmaları yapılmıştı. Doğrusu bizim ziyaretimizde mağazaların çoğu kapalıydı ve mekanlar boştu. Bu kadar yürüyüşün hatırına bir kafede oturup soğuk bir şeyler içtik ama burayı görmeseydik kayıp saymazdık.

Şimdi arabamızı bıraktığımız Akropolis’e doğru geriye dönüş zamanı. Plaka yolumuzun üstünde olduğu için burayı akşam da görme fırsatımız oluyor, yine kalabalık, yine canlı.  Tarihi yapılar çok güzel ışıklandırılmış.

Bu gezide Akropolis’ten daha yüksekte bulunan Lycabettus dağı’na çıkamadık. Buradan gün batımını izlemek hem hatıralarda hem de fotoğraflarda eşsiz anılar bırakırdı, belki bir daha ki sefere…

Atina’ya karavanla gelecekler için kısaca kaldığımız kampingten de bahsedeyim. Araştırdığımız kadarıyla Atina merkezde camping yok, Atina’ya yaklaşık 20 km mesafede otobana komşu bir camping gördük ama sıcak havada denizden de faydalanmak için Nea Makri bölgesini seçtik. Camping Ramnaus karavan alanları ağaçlar ile ayrılmış, sessiz, deniz kenarında güzel bir kamping ancak ortak kullanım alanları çok iyi değil. Kısa süreli konaklamalar için değerlendirilebilir.

Atina güzel bir şehir, hafta sonu gelinebilecek yakınlıkta ve 2 gün bu güzel şehri gezmek ve yaşamak için yeterli.

Bir sonraki durağımız Mora yarımadası, görüşmek üzere…