MESSALONGHI-PREVEZE-PARGA

Messalonghi’ye vardığımızda saat gece yarısına yaklaşmıştı, hala hareketli olan liman bölgesinde yol üstünde çok sayıda park etmiş araç vardı, bizde karavanımızı uygun bir yere park edip yürüyüşe çıktık. Marinada kısa bir yürüyüşün ardından uykunun davetini kabul edip karavanımıza döndük ve Yunanistan’da ilk defa kamping dışında bir yerde konakladık. Rahatsız eden olmadı ama sanırım yine de tedirgin uyuduk. Messalonghi bölgesi çok sayıda lagünü ile kuşlar için adeta bir cennet.

Buraya veda edip Preveze’ye doğru yol alıyoruz. Preveze denince çoğumuzun aklına Preveze deniz zaferi gelir. Barbaros Hayreddin Paşa komutasındaki Osmanlı donanması ile Andrea Dori komutasındaki Haçlı ordusunun arasında geçen savaş Osmanlı ordusunun zaferi ile sonuçlanır. Ama aklımda hep aynı soru, kim bu toprakların ilk sahibi? Bu topraklardan kimler gelmiş, kimler geçmiş? Sınırlar olmasaydı sinirler olmaz mıydı? Neyse bu sorunun cevabını bulmak zor sanırım:( Preveze bir liman kenti, yürüyerek 1 saatte dolaşabileceğiniz bir merkezi var, yol boyunca Nicopolis antik kentinin yıkık duvarları göze çarpıyor, Yunanistan’ın neredeyse her yeri arkeolojik alan:) Şehir merkezinde dolanırken balık kokuları bizi ara sokakta bir tavernaya götürüyor. Burada bir yemek molasının ardından karnımız güzelce doyduğu için Preveze’den kendi adımıza zaferle ayrılıyoruz:)

Sırada Parga var, Preveze’den yaklaşık 40km sonra Parga’ya ulaşıyoruz. Doğrusu Mora’daki tatsız kamping alanlarından sonra yine internetten görüp beğendiğimiz bu yer nasıl çıkacak diye epey endişelendik. Yoldan ayrılıp sahile doğru kıvrıla kıvrıla aşağı indiğimizde gördüğümüz manzara bizi büyüledi. Parga’da seçtiğimiz kamping Lichnos koyunda, sırtını bir tepeye, önünü denize vermiş çok güzel bir yer. Şansımıza karavanımıza denize en yakın bölgede yer buluyoruz. Yunanistan’da yaklaşık 2 haftadır biriken çamaşırlarımızı burada yıkayıp, İtalya için hazırlık yapalım diyoruz. Deniz öyle güzel ki en az 3 gün burada kalıp Zodyak botu da şişirelim diyoruz.

balık video

Kampımız Parga’ya 2.5 km uzaklıkta, Parga şehir merkezine giderken yaklaşık merkeze 1 km kala yol üstünde park etmiş arabalar dikkatimizi çekti, bizde arabamızı buraya park edip yolun kalanını yürüdük. İyi ki böyle yaptık zira yol giderek daralıyor, trafik tıkanıyor ve yakınlarda boş park yeri bulmak zor. Parga merkez küçük bir yer, küçük bir koy, irili ufaklı adacıklar ve tepeye sıralanmış, az katlı rengarenk evleriyle büyüleyici. Sahil boyunca pek çok taverna var ve neredeyse hepsi dolu, hele saat 21.00 den sonra boş masa bulmak çok zor. Tüm mekanların menüsü ve fiyatları girişlerinde duruyor ve siz menüyü incelerken kimse rahatsız etmiyor. Bizde Souluri tavernayı seçtik ve seçimlerimizden gayet memnun kalarak mekandan ayrıldık.

Yürürken mısırcılar, çeşitli oyuncaklar satan satıcılar, müzik ya da dans performansı sergileyenler gibi bizim tatil yörelerimizde de alışageldiğimiz görüntüler var. Ancak burada mekanlardan çıkıp rahatsızlık veren, mutlaka bizi seçmelisiniz diye adeta yapışan çalışanlar yok. Sahilin sonuna doğru yürüdüğümüzde güzelce ışıklandırılmış kale bizi karşılıyor, burası kordonun sonu. Geri dönerken sola ara sokaklara girerseniz çeşitli dükkanların olduğu, kalabalık, hareketli bir çarşı ile karşılaşıyorsunuz. Aslında burası sezonda Bodrum çarşısında dolaşmaktan daha farklı değil.

Parga’da kaldığımız Enjoy Lichnos kampingi çok beğendik, temizlik şahane olmasa da konumu büyüleyiciydi. Eğer sizde İtalya’ya geçmeden önce son hazırlıkları yapalım diyorsanız burası Igoumenitsa’ya yakın konumu ile de avantajlı, çamaşır yıkamak isterseniz 7Euro karşılığında çamaşır makinasını kullanabilirsiniz.

Gecesi ayrı, gündüzü ayrı güzel Parga’yı çok beğendik…

ATİNA

Uzun süren bir yolculuk sonrası Atina’nın Attica-Marathonas bölgesinde bulunan kampinge geldik. Bu bölge bir ova, hem tarihsel önemi var hem de günümüzde yaygın seracılık ve tarımsal faaliyetler ile Atina’nın meyve-sebze bahçesi denilebilecek nitelikte. Dünya küçük diye boşuna söylememişler, gelir-gelmez bu bilgileri yanımıza yaklaşıp Türkiye’den mi geldiniz diye soran Fedon’dan öğreniyoruz. Fedon İstanbul doğumlu, Yeşilköy’lü, bir süre Türkiye’de çalıştıktan sonra Atina’ya yerleşmiş. Tanıdık birini görmüş gibi sevinip sohbet ediyoruz. Aslında sadece Marathonas bölgesinde değil yol boyunca çoğu yerde ekili alanlar, tarımsal faaliyetler dikkatimizi çekmişti ama kafeleri dolu tarlaları boş görmüştük, hazır buralı birini görmüşken kim çalışıyor diye soruyoruz. Fedon sorumuza gülerek cevap veriyor, Yunan halkının çalışmayı pek sevmediğini, özellikle Marathonas bölgesinde daha çok Pakistan’lı göçmenlerin bu işlerde çalıştığını söylüyor.

 

Bu bölgenin bir diğer önemi ise Yunanlılar ve Persliler arasındaki Marathon savaşlarının geçtiği bölge olması. Günümüzde bu savaş Maraton koşusuna esin kaynağı olmasından dolayı oldukça ünlüdür. Rivayete göre Maraton ovasında Atina kuvvetleri Pers’leri mağlup edince zafer haberini Atina’ya ulaştırmak üzere bir ulak gönderilmiş, bu ulak Atina’ya kadar hiç durmadan koşmuş ve zafer müjdesini verdiği anda düşüp ölmüş. İlk olarak 1896 yılında Atina olimpiyatlarında Maraton ovası ile Atina arasında koşulan Maraton koşusu bu söylenceden esinlenmiştir.

Bulunduğumuz bölgede çok uzun bir sahil var ve sahil boyunca çok güzel fıstık çamları sıra sıra dizilmiş. Sahildeki tesislerden bazıları su sporları hizmeti de veriyor, kendi şezlongu-şemsiyesi ile gelenler de az değil, çok kalabalık, hareketli bir sahil.

Atina’da gezilecek yerler listesi kabarık, kızgın güneşe rağmen denizi arkamızda bırakıp yola çıkıyoruz. Daha önceki yazılarda, Dedeağaç’ta başlayan Egnatia Odos otoyolunun Atina’ya kadar devam ettiğini söylemiştim. Yolun Selanik’e kadar olan bölümünde ödeme noktaları birbirinden uzak ve alınan ücretler makuldu. Ancak enteresan bir şekilde Selanik sonrası ödeme noktaları giderek birbirine yaklaşmaya ve ücretler sinir bozmaya başlıyor. Fedon yolun Selanik-Atina arasının özelleştiğini bu yüzden ücretlerin fazla olduğunu hatta Selanik’ten Atina’ya 25 Euro’ya uçtuğunu araba ile gelse 50 Euro’ya yakın otoban parası verdiğini söyledi. Bunu anlattım çünkü artık ücretli yolları navigasyondan çıkarmanın ve Barış Manço’dan cacık şarkısını dinlemenin zamanı geldi:)

İlk durak Akropolis, önce arabamızla keşif yapalım diyoruz ve şaşırtıcı bir şekilde bu kadar turistik bir bölgede, bir ara sokakta boş yer bulup arabamızı bırakıyoruz, şaşırtıcı olan bir değil birçok boş yer olması. Otobandan intikamımızı otoparktan alıyoruz:)

Akropolis Atina’ya hakim bir tepede yer alıyor, şehrin birçok yerinden görülüyor. Bu bölge ile ilgili o kadar çok mitolojik bilgi var ki mitolojiye merakı olanlar burada bayram eder sanırım. Zeytin ağaçlarının eşlik ettiği bir patikadan tepeye tırmanıyoruz.

Hava çok sıcak, bilet almadan önce bilet gişesinin karşısındaki büfeden limonata alalım diyoruz. Bildiğimiz limonatayı ‘Frozen’ sıfatıyla 4.5 Euro’ya satıyorlar, hamama giren terler diye boşuna söylememişler. Sadece Akropolisi gezmek isterseniz giriş bileti 20 Euro. Önemli not: karşıdaki büfeden aldığınız havalı limonataların içeri girmesi yasak! Girişin önündeki çöp kovası içeceklerini aceleyle içmeye çalışan bir kalabalık ile dolu, bizde o kalabalıkta yerimizi alıyoruz.

Akropolis Yunanca ‘yukarıda bulunan şehir’ demek. Klasik dönem Yunanistan’ında her önemli yerin bir akropolisi varmış, tapınaklar, hazinelerin saklandığı yapılar ve çeşitli kurumlar burada yer alırmış, bir saldırı durumunda şehir sonuna kadar savunulurmuş. Benim mitolojiye pek merakım yok ama şehre neden Atina isminin verildiği ile ilgili hikaye çok hoşuma gitti. Atina şehri yeni kurulurken şehrin koruyucu tanrısının kim olacağı söz konusu olur. Bütün Olimpos tanrıları bir araya gelir ve çeşitli yarışmalar sonucu finale Poseidon ve Athena kalır. Jüri olan tanrılar şehre en büyük hediyeyi verecek olanı şehrin koruyucu tanrısı seçeceklerini söylerler. Poseidon mızrağını yere vurur ve buradan su fışkırır; jüri tanrılar çok etkilenir ancak denizler tanrısı olan Poseidon’un vaad ettiği su tuzlu sudur. Athena’nın mızrağını sapladığı yerden ise bir filiz çıkar ve büyür, çok güzel bir zeytin ağacı olur ve “Bu da zeytin ağacıdır’ der başlatır anlatmaya. Zeytini yiyebilir, yağını yemeklerde kullanabilir, ilaç yapabilir, yakıp aydınlanabilirsiniz, üstelik bozulmaz ve bozulmasını istemediğiniz yiyeceklerinizi saklayabilirsiniz der. Bütün tanrılar bu ağaca bakakalır ve büyülenirler böylelikle şehrin koruyucu tanrısı Athena seçilir ve şehir onun ismi ile anılır.

Zeytin ağacı ne kadar kadim, bilge bir ağaç, kıymetini bilmeyenler utansın.

Atina akropolisinde en önemli yapılar Parthenon tapınağı, Erekhtheion tapınağı, Nike tapınağı ve Propyleia (giriş kapısı) dır. Ayrıca Dionysos tiyatrosu da yine bu arkeolojik alanda yer alıyor.

Gerçekten yapılar muazzam, teknolojinin olmadığı bir dönemde bu kadar yüksek bir tepeye, bu kadar işçilik isteyen yapılar, estetikten ödün vermeden nasıl yapılmış insanın aklı almıyor. Bu işte de uzaylıların parmağı olmasın:)

Akropolis’ten şehre baktığınızda Zeus tapınağını, Hephaestus tapınağını, Monastraki meydanını ve daha adını hatırlayamadığım birçok anıtsal yapıyı görmeniz mümkün. Bu bana yetmedi derseniz aşağıda Akropolis müzesini de gezebilirsiniz.

38 derece sıcakta, kızgın güneşin altında, azimle bu arkeolojik alanı dolaştıktan sonra kan ter içinde tepeden aşağı salınıyoruz. Bu yolun her iki yanında bu kadar çok zeytin ağacı olması hikayeyi dinledikten sonra daha da anlamlı oluyor. Gerçi ağaçların gövdeleri ince, bunlar genç ağaçlar ama olsun hikayeye uygun yolu düşünenlere koca bir alkış….

Plaka, Akropolis’in eteklerinde hediyelik eşya dükkanları, kafe, restoranların yoğun olduğu turistik bir bölge. Burası oldukça hareketli, cıvıl cıvıl bir yer. Bu kadar emekten sonra soğuk bir şeyler içmeyi hak ettik, bir de atıştırmalık musakka sipariş ediyoruz. Bu musakka annelerimizin yaptığı musakka gibi değil, dış görüntüsü lazanyayı andırıyor, oldukça lezzetli. Hangisini beğendik derseniz, ikisi de güzel.

 

Plaka’da verdiğimiz kısa molanın ardından yürümeye devam. Yolumuzun üstünde Ermou caddesi var, burası mağazaların, kafelerin olduğu uzun bir cadde, biraz bizim İstiklal caddesini andırıyor. Görmedik dememek için yürüyoruz.

 

Bir sonraki hedefimizde Monastiraki meydanı ve hemen yanı başında bulunan bit pazarı var. Monastiraki meydanı Atina’nın en turistik yerlerinden biri, meydanda bir de Osmanlı döneminden kalma cami göze çarpıyor, bu cami günümüzde müze olarak hizmet veriyor. Atina’nın pek çok yerinden olduğu gibi buradan da Akropolis’i görmek mümkün. Meydanın hemen yanı başında başlayan bit pazarı renkli, kalabalık bir sokak. Biz antika göremedik ama 2.el deri eşyalar çoktu. Meydana yakın başka bir cazibe noktası sağlı sollu geleneksel Yunan tavernalarının olduğu Mitropoleos sokağı. Doğrusu tabelalardaki yiyeceklerin çoğu tanıdık. Yeri gelmişken dönerin Yunanistan’da çok yaygın olarak satılan bir yiyecek olduğunu belirteyim. Gyros adı ile sattıkları bu ürünü domuz, tavuk ya da sığır etinden yapıyorlar. Küçük bir pita ekmeğini külah gibi kıvırıp içine döner, cacıki, patates kızartması ve isteğe göre soğan koyuyorlar, tavernalarda porsiyon olarak da yemek mümkün. Biz beğenerek sıkça yedik. Ama Mitropoleos sokakta denediğimiz ‘yoğurtlu kebab’ bizden geçer not alamıyor, Adana, Antep, Urfa’da kebap yediyseniz bunlara kebap demeye diliniz varmaz.

Eğer mitolojiye merakınız varsa bir tam gününüzü Akropolis ve müzesine ayırmak gerekir ama bizim gibi biraz gördük, biraz okuduk bu kadar yeter diyenlerdenseniz yürüyerek önemli çoğu yeri 1 günde görebilirsiniz. Sıradaki hedefimiz Syntagma meydanı ve ardından Parlamento binası, yine Ermou caddesinden geçerek ilerliyoruz. Parlamento binasının önündeki ponpon ayakkabılı nöbetçi askerleri görev devri yaparken izlemek eğlenceli.

Parlamento binasının hemen yanı başında Milli Park var, burası heybetli ağaçları, kuş cıvıltıları ile şehrin göbeğinde tam bir vaha. İçinde küçük bir hayvanat bahçesi de olan park cennetten minik bir demonstrasyon gibi. Vaktiniz çoksa kitabınızı alıp çimlerin üstünde keyifle vakit geçirebilirsiniz. Bizim vaktimiz sınırlı olduğundan parkta uzun bir yürüyüş sonrası buradan ayrılıyoruz. Küçük bir not parkın kapısında 19.30’da kapandığı yazıyor!!!

Kolonaki bölgesi bir diğer görmek istediğimiz yer, daha önce Atina ile ilgili okuduklarımızda buranın çok hareketli, canlı bir yer olduğu yazıyordu. İstanbul’un Nişantaşı’sı yakıştırmaları yapılmıştı. Doğrusu bizim ziyaretimizde mağazaların çoğu kapalıydı ve mekanlar boştu. Bu kadar yürüyüşün hatırına bir kafede oturup soğuk bir şeyler içtik ama burayı görmeseydik kayıp saymazdık.

Şimdi arabamızı bıraktığımız Akropolis’e doğru geriye dönüş zamanı. Plaka yolumuzun üstünde olduğu için burayı akşam da görme fırsatımız oluyor, yine kalabalık, yine canlı.  Tarihi yapılar çok güzel ışıklandırılmış.

Bu gezide Akropolis’ten daha yüksekte bulunan Lycabettus dağı’na çıkamadık. Buradan gün batımını izlemek hem hatıralarda hem de fotoğraflarda eşsiz anılar bırakırdı, belki bir daha ki sefere…

Atina’ya karavanla gelecekler için kısaca kaldığımız kampingten de bahsedeyim. Araştırdığımız kadarıyla Atina merkezde camping yok, Atina’ya yaklaşık 20 km mesafede otobana komşu bir camping gördük ama sıcak havada denizden de faydalanmak için Nea Makri bölgesini seçtik. Camping Ramnaus karavan alanları ağaçlar ile ayrılmış, sessiz, deniz kenarında güzel bir kamping ancak ortak kullanım alanları çok iyi değil. Kısa süreli konaklamalar için değerlendirilebilir.

Atina güzel bir şehir, hafta sonu gelinebilecek yakınlıkta ve 2 gün bu güzel şehri gezmek ve yaşamak için yeterli.

Bir sonraki durağımız Mora yarımadası, görüşmek üzere…

 

 

 

KATO GATZEA-KALA NERA-VOLOS

İlk ana hedefimiz olan Atina’ya doğru ilerlerken Volos yakınlarında bir mola verdik. Kaldığımız kamping Kato Gatzea ve Kala Nera köylerinin arasında konumlanmış, önünü Pagasetik körfezine, arkasını Pelion dağlarına dayamış zeytin ağaçları ile dolu doğal bir yer. Yolumuzun üzerinde bulunan Dimini önemli bir arkeolojik alan, neolitik döneme ait çok sayıda buluntu var. Benim dikkatimi çeken şey tarihe çok sahip çıkıyor olmaları. Pek çok medeniyete ev sahipliği yapmış güzel ülkemi düşününce elimizdekilerin kıymetini pek bilemiyoruz diye hayıflanıyorum. Bir diğer hayıflandığım şey ise zeytin ağacına verilen kıymet, şimdiye kadar gezdiğimiz pek çok yer uçsuz bucaksız zeytinliklerle dolu, yakın zamanda zeytinlikler ile ilgili meclisimize sunulan tasarıyı hatırlayınca içime ince bir hüzün çöküyor. Neyse enseyi karartmayalım. Kaldığımız yere 2 saat mesafede yer alan Meteora bölgesi ise dağlardaki kayalıklara kurulan manastırları ile ünlü bir yer, gitme fırsatımız olmadı ama internetten baktığımız fotoğrafları gerçekten büyüleyici. (Meteora fotoğrafları internetten alıntıdır!!!

Kaldığımız kamping oldukça organize bir yer, bir kampingte olması gereken her şey var, ortak kullanım alanları oldukça temiz. WC, duş ve diğer ortak kullanım alanlarının olduğu ana adada sürekli bir temizlik görevlisi var. Mutfakta içilebilir su veren inox arıtma cihazı var, üstelik suyu soğuk veriyor. Mini marketi temel ihtiyaçlara cevap veriyor, restoranının menüsü yeterli. Avrupa’nın birçok yerinden gelenler var, gözümüze en çok Alman, Fransız ve İtalyan plakaları takılıyor ve genel tercih motokaravandan yana. Buradaki insanların çoğu kamp bilincine sahip, öğlen siesta zamanı ve akşam 23.00 ten sonra kamp çok sakin oluyor.

Akşam yemeğinde paella ve kırmızı şarap var:)

Denizi güzel, kumluk ve çok çabuk derinleşmiyor. Ancak sakinlik istiyorsanız sahilde bu çok mümkün değil, çok çocuk var. Kampingin bir diğer ucundaki kayalık plaj sakinlik arayanlar için daha ideal.

Sakinlik arayanlar, merdivenlerle inilen bu kayalık plajı tercih edebilir.

Sabah erken saatte kampingten köye doğru yaptığım yürüyüşte denizin o en tatlı, en yumuşak zamanına genellikle yaşlı insanların kıymet verdiğini gözlemliyorum. Kalabalık uykudayken, çoluk-çocuk sesi yokken bu güzelliğin keyfini çıkarıyorlar. Bir de kapısının önünü süpüren teyzelerin üşenmeden evlerinin önündeki yolu, sağı-solu süpürmeleri dikkatimi çekiyor, ne güzel şey, her yer tertemiz.    

Yolda beni bir sürpriz bekliyor, karavan meraklıları Hymer’in efsane Eriba Touring modelini bilirler, bu karavan 1958’ten beri üretilen zamansız bir karavan. Yol üstünde bu karavanın çok eski bir modelini görüyorum. Üstelik karavanı çeken minik araçta deniz motoru, rüzgar sörfü gibi pek çok aparat da var, tam teçhizatlı kameraman Cevat Kelle misali minnacık alana bir sürü şey sığdırmış, keyif ehli olmak böyle bir şey olsa gerek.

İnsanlar tatlı uykularından uyanırlarken ben köydeki yürüyüşümü sonlandırıyorum. Bugün bizde Zodyak botumuzla balık tutma planı yaptık. Öğleden sonra botla açılıyoruz, biraz yüzme molası, biraz gezinti derken akşam balık tutma zamanı geliyor. Hayaller çipura-karagöz, gerçekler istavrit:)) Benim oltama irice istavritler takılıyor, Serhat’a gelen yok, havanın kararmasıyla kıyıya yanaşalım derken oltalarımız karışıyor ve balık maceramız sona eriyor.

Ertesi sabah Atina yakınlarında konaklayacağımız Nea Makri’ye doğru yola çıkıyoruz, niyetimiz yolumuzun üzerinde olan Volos’a uğrayıp burayı gezdikten sonra yola devam etmek ama çekme karavanla birlikte yaklaşık 10m uzunluğa sahip aracımızı park edecek yer bulamadığımızdan rehberlerin tabiriyle panoramik şehir turunun ardından yolumuza devam ediyoruz. Arabaya yaptığımız bu turda gördüğümüz kadarıyla burası hareketli bir liman kenti, yakın adalara giden arabalı feribotlar ve büyük yük gemileri göze çarpıyor. Bunun dışında yapılaşma düzenli, şehir hareketli. Bir daha yolumuz düşerse detaylı gezmek umuduyla Volos’a veda vakti.  Sırada ilk ana hedefimiz olan Atina var….

 

 

SELANİK

 

Kavala’dan sonra istikamet Selanik. Egnatia Odos otobanını izleyerek Kavala’dan Selanik’e doğru yol alıyoruz. Yolculuğumuzun başından beri otobanın her iki yanında çok sayıda ekili tarım arazisi gözümüze çarpıyor, dağlar-tepeler zeytin ağaçlarıyla dolu ve azımsanmayacak kadar da hayvan ağılı var. Demek ki tarım ve hayvancılık önemli diyoruz ama yine çalışan insana rastlamıyoruz:)

Selanik Ata’mızın memleketi olması nedeniyle bizde ayrı bir heyecan uyandırıyor. Selanik’in caddelerini, sokaklarını hızlı hızlı adımlayarak Ata’mızın evine ulaşıyoruz. Şimdilerde müze olarak hizmet veren bu evde Türk görevliler bizi karşılıyor, giriş ücreti yok, sakin bir zamana denk geldiğimizden beklemeden içeri giriyoruz. Erken yaşta babasını kaybeden, çocukluğundan itibaren zorluklar ve imkansızlıklar içerisinde büyümesine rağmen pes etmeyi değil çabalamayı seçen ve bir ülkenin kaderini değiştiren azimli, çalışkan, inançlı bu büyük insanın hatırası gözlerimizi dolduruyor, nurlar içinde yatsın.

Yürüyerek şehri keşfe devam ediyoruz. Aristoteles meydanı şehrin kalbinde, bir ucu denize diğer ucu şehre bakıyor, caddeler, sokaklar illa ki bu meydana açılıyor. 1917 yılında şehirde çıkan ve çok sayıda evi tahrip eden bir yangın sonrasında tüm şehirle birlikte Fransız bir mimar tarafından kurgulanmış. Meydanda ve ona bağlı cadde ve sokaklarda çok sayıda dükkan var. Bu dükkanlardan biri de ünlü Terkenlis pastanesi, tabi tabelasına bakınca ne yazdığını anlamak zor. Buranın çeşit çeşit, yaş pasta gibi paskalya çörekleri meşhur. Zaten vitrine bakınca gözünüz dönüyor, rejim yapanlar bakmasın:))

Beyaz kuleyi sahilde görebilirsiniz,  beyaz olmayan bu yapı Selanik’in simge yapılarından biri, ücret karşılığında kaleye çıkmak mümkün. Sonra buradan başlayıp limana kadar devam eden uzuuuunnn bir sahil yolunda yürüyüş yapabilirsiniz. Sahil boyunca pek çok spor yapan, bisiklete binen, bir o kadarda kafelerde keyif yapan insan görebilirsiniz.

Aya Sofya kilisesi, Aya Dimitri kilisesi, Aya Ekaterini kilisesi, Nikolaos Orfanos kilisesi gibi dini yapılar şehrin dört bir yanına dağılmış. Tüm bu yapıları yürüyerek görmeniz gezmeniz mümkün.

Rotunda Roma’daki Pantheon benzeri yuvarlak devasa bir yapı, şimdiye kadar çok tanrılı bir tapınak, Hristiyan kilisesi, Cami ve sonrasında yine kilise olarak kullanılmış, minaresi hala duruyor.

Galerius kemeri Roma imparatorunun gücünü temsil eden bir yapı, halk arasında Kamara olarak biliniyor ve bir buluşma noktası.

Şehirde gezerken Osmanlı mimarisi örneklerini de görmek mümkün, bunlardan bedesten bugünde alışveriş amaçlı kullanılan yapılardan biri.

Dikastrion Meydanı’na yakın bit pazarı gündüz antikacı ve eskicileri, gece ise tavernaları ve işkembecileri ile görülecek yerler arasında.

Kapani çarşısı da görülmesi gereken yerler arasında, bizim kasaplarımızda görmediğimiz değişik av hayvanlarını buradaki kasapların vitrininde görmek mümkün. Her ne kadar et yemeye karşı olmasam da bu hayvanları öyle görünce yüreğim sızlamıyor değil. Günümüzde bu çarşıda balık, et, sebze-meyve, içki, kuruyemiş, baharat, şekerleme gibi pek çok şeyi uygun fiyata bulmak mümkün. 

Sanat her yerde…

Bir de şehrin yeni cazibe merkezi olan Ladadika’dan bahsetmek gerek. Burası Osmanlı döneminde Pazar yeri olarak kullanılan bir yermiş, eski Selanik hakkında güzel fikir veren bir yer. Şimdilerde bizim Karaköy gibi yeniden canlanmış. Çok güzel restoranlar var, turist tuzağı olduğuna yönelik bazı yorumlar var ama biz böyle düşünmedik ve çok keyif aldık.

Son olarak bizim için Selanik’te önemli başka bir cazibe merkezi olan Zampetas karavan park ve servis alanından bahsedeceğim. Burası hem karavanlara yedek parça-servis hizmeti veren bir yer hem de aradığınız pek çok şeyi uygun fiyata bulabileceğiniz bir karavan marketi var. Üstelik çalışma saatleri içinde ücretsiz park, elektrik, su, wi-fi hizmeti veriyorlar. Bir çocuk oyuncak mağazasına girince nasıl heyecanlanırsa biz de karavan markete girince öyle heyecanlandık. Fiyatlar oldukça uygun, yaz mevsimi olması nedeniyle oldukça yoğundular.

Selanik hafta sonu gelinip gezilebilecek çok güzel bir şehir, gezi programınıza almanızı kesinlikle tavsiye ederiz.