Aslında gitmek istediğimiz ilk ana nokta Atina ancak çok uzun bir yolculuk olması nedeniyle güneşin bize verdiği yetkiye dayanarak ve serin sulara güvenerek çok sayıda ara durak noktası belirledik. Dedeağaç sonrası ilk ara durağımız Kavala. Türkiye’den Yunanistan’a giriş yaptıktan itibaren sizi Atina’ya kadar götürecek bir otoban var, Egnatia Odos. Otobandan ayrılarak ara durak noktalarına gidebilirsiniz. Otoban üzerinde ilerlerken Komotini (Κομοτηνή) levhasını görünce merak edip otobandan ayrılıyoruz, şehirle karşılaşınca anlıyoruz ki burası Gümülcine. Gümülcine sırtını dağlara vermiş, iç kısımda kalan bir şehir, deniz kenarında değil. Çok tanıdık, çok bizden bir yer ama bir önceki yazıda da bahsettiğim üzere bir o kadar da farklı. İnsanlar rahat, kafeler dolu, sohbetler gürültülü. Üniversitesi olan bir şehir olduğundan genç ve neşeli bir kalabalık var. Burada kısa bir mola vereceğimiz için şehri yürüyerek dolaşıp bir de karnımızı doyurma niyetindeyiz.
Şehir merkezi yürüyerek keşfedilecek kadar küçük, yürümeye başlayınca Osmanlı mimarisi örnekleri gösteren binalar görüyoruz. Bunlar; Eski Cami, Yeni Cami, Gazi Evranos bey imareti, saat kulesi. Çarşıda dolaşırken ‘King Food’ diye bir mekan gözümüze takılıyor, güzel çorbalar var, sulu yemekler çok tanıdık, döner var, o da ne kulağımıza Türkçe kelimeler geliyor. Aşçı bize hoş geldiniz dedikten sonra buraya özel olduğunu söylediği lahmacun arasında döner yememizi tavsiye ediyor. Bildiğimiz dürüm dönerin lavaş ekmeğine değil de lahmacuna sarıldığını ve caciki ile soslandırıldığını düşünün, doğrusu denemeye değer bir lezzet, bizim hoşumuza gitti. Aşçının bize ikram ettiği Arnavut ciğeri ile damaklarımız şenleniyor ve az daha yersek kalkamayız endişesiyle müsaade istiyoruz. Yine buralarda çok meşhur olan Nedim Pastanelerinin sadece vitrinine bakıp Gümülcine’ye vedaya hazırlanıyoruz. Bu kısa Gümülcine turundan sonra otobana yönelip Kavala’ya doğru yolumuza devam ediyoruz. Tabelalarda Xanthi yol ayrımı göz kırpıyor, hadi burayı da görelim diye yine otobandan ayrılıyoruz.
Xanthi bizim İskeçe’miz. Yine Osmanlı mimarisi örnekleri var, pek çok şey yine tanıdık. Burada bir kahve molası veriyoruz, şahane bir koca çınarın altında, kuş cıvıltılarının arasında keyifle frappelerimizi yudumluyoruz. Küçük dükkanlardan gelen taze çekilmiş kahve kokuları neşeye benzer duygular çağrıştırıyor. Çok sayıda genç insan bu neşeden nasibini almışçasına sokaklarda, kafelerde tatlı sohbetler içindeler. Buradaki üniversite bu neşeli genç insan kalabalığının sebebi olsa gerek. Bir de İskeçe’nin her yıl Şubat sonu Mart başına denk gelen tarihlerinde (anladığım kadarıyla kesin bir gün yok) arasında bir festivale ev sahipliği yaptığını öğreniyoruz. Rivayete göre Hazreti Meryem’in yaşadığı yer çevresinde İsa’nın büyüdüğünde peygamber olacağına ilişkin söylentiler üzerine yönetimin bundan rahatsız olup İsa’yı öldürteceği söylentileri yayılıyor. Bunun üzerine halk İsa’nın tanınmaması ve bulunmaması için bütün çocukların yüzlerini boyuyor, böylelikle çocuklar birbirinden ayırt edilemez hale geliyor. Ancak 10 günün sonunda bu söylentilerin asılsız olduğu anlaşılıyor. İsa’nın ölümden kurtulmasına sevinen halk bütün gün eğlenip, çocuklarını yıkıyorlar ve temiz bir Pazartesi’ye uyanıyorlar. İnsanlarda o tarihlere denk geldiği düşünülen Şubat sonu Mart başında yüzlerini boyayıp, eğlenip, temiz bir Pazartesi’ye uyanarak bu günleri festival havasında yaşıyorlar. Hikaye böyle, festival zamanı İskeçe’nin çok kalabalık olduğunu, kalacak yerleri çok önceden ayırtmak gerektiğini ve Rio kadar olmasa da keyifli bir festival olduğunu söylediler.
İskeçe’den de ayrılma vakti. Bir sonraki yazıda Kavala’da görüşürüz.