Uzun süren bir yolculuk sonrası Atina’nın Attica-Marathonas bölgesinde bulunan kampinge geldik. Bu bölge bir ova, hem tarihsel önemi var hem de günümüzde yaygın seracılık ve tarımsal faaliyetler ile Atina’nın meyve-sebze bahçesi denilebilecek nitelikte. Dünya küçük diye boşuna söylememişler, gelir-gelmez bu bilgileri yanımıza yaklaşıp Türkiye’den mi geldiniz diye soran Fedon’dan öğreniyoruz. Fedon İstanbul doğumlu, Yeşilköy’lü, bir süre Türkiye’de çalıştıktan sonra Atina’ya yerleşmiş. Tanıdık birini görmüş gibi sevinip sohbet ediyoruz. Aslında sadece Marathonas bölgesinde değil yol boyunca çoğu yerde ekili alanlar, tarımsal faaliyetler dikkatimizi çekmişti ama kafeleri dolu tarlaları boş görmüştük, hazır buralı birini görmüşken kim çalışıyor diye soruyoruz. Fedon sorumuza gülerek cevap veriyor, Yunan halkının çalışmayı pek sevmediğini, özellikle Marathonas bölgesinde daha çok Pakistan’lı göçmenlerin bu işlerde çalıştığını söylüyor.
Bu bölgenin bir diğer önemi ise Yunanlılar ve Persliler arasındaki Marathon savaşlarının geçtiği bölge olması. Günümüzde bu savaş Maraton koşusuna esin kaynağı olmasından dolayı oldukça ünlüdür. Rivayete göre Maraton ovasında Atina kuvvetleri Pers’leri mağlup edince zafer haberini Atina’ya ulaştırmak üzere bir ulak gönderilmiş, bu ulak Atina’ya kadar hiç durmadan koşmuş ve zafer müjdesini verdiği anda düşüp ölmüş. İlk olarak 1896 yılında Atina olimpiyatlarında Maraton ovası ile Atina arasında koşulan Maraton koşusu bu söylenceden esinlenmiştir.
Bulunduğumuz bölgede çok uzun bir sahil var ve sahil boyunca çok güzel fıstık çamları sıra sıra dizilmiş. Sahildeki tesislerden bazıları su sporları hizmeti de veriyor, kendi şezlongu-şemsiyesi ile gelenler de az değil, çok kalabalık, hareketli bir sahil.
Atina’da gezilecek yerler listesi kabarık, kızgın güneşe rağmen denizi arkamızda bırakıp yola çıkıyoruz. Daha önceki yazılarda, Dedeağaç’ta başlayan Egnatia Odos otoyolunun Atina’ya kadar devam ettiğini söylemiştim. Yolun Selanik’e kadar olan bölümünde ödeme noktaları birbirinden uzak ve alınan ücretler makuldu. Ancak enteresan bir şekilde Selanik sonrası ödeme noktaları giderek birbirine yaklaşmaya ve ücretler sinir bozmaya başlıyor. Fedon yolun Selanik-Atina arasının özelleştiğini bu yüzden ücretlerin fazla olduğunu hatta Selanik’ten Atina’ya 25 Euro’ya uçtuğunu araba ile gelse 50 Euro’ya yakın otoban parası verdiğini söyledi. Bunu anlattım çünkü artık ücretli yolları navigasyondan çıkarmanın ve Barış Manço’dan cacık şarkısını dinlemenin zamanı geldi:)
İlk durak Akropolis, önce arabamızla keşif yapalım diyoruz ve şaşırtıcı bir şekilde bu kadar turistik bir bölgede, bir ara sokakta boş yer bulup arabamızı bırakıyoruz, şaşırtıcı olan bir değil birçok boş yer olması. Otobandan intikamımızı otoparktan alıyoruz:)
Akropolis Atina’ya hakim bir tepede yer alıyor, şehrin birçok yerinden görülüyor. Bu bölge ile ilgili o kadar çok mitolojik bilgi var ki mitolojiye merakı olanlar burada bayram eder sanırım. Zeytin ağaçlarının eşlik ettiği bir patikadan tepeye tırmanıyoruz.
Hava çok sıcak, bilet almadan önce bilet gişesinin karşısındaki büfeden limonata alalım diyoruz. Bildiğimiz limonatayı ‘Frozen’ sıfatıyla 4.5 Euro’ya satıyorlar, hamama giren terler diye boşuna söylememişler. Sadece Akropolisi gezmek isterseniz giriş bileti 20 Euro. Önemli not: karşıdaki büfeden aldığınız havalı limonataların içeri girmesi yasak! Girişin önündeki çöp kovası içeceklerini aceleyle içmeye çalışan bir kalabalık ile dolu, bizde o kalabalıkta yerimizi alıyoruz.
Akropolis Yunanca ‘yukarıda bulunan şehir’ demek. Klasik dönem Yunanistan’ında her önemli yerin bir akropolisi varmış, tapınaklar, hazinelerin saklandığı yapılar ve çeşitli kurumlar burada yer alırmış, bir saldırı durumunda şehir sonuna kadar savunulurmuş. Benim mitolojiye pek merakım yok ama şehre neden Atina isminin verildiği ile ilgili hikaye çok hoşuma gitti. Atina şehri yeni kurulurken şehrin koruyucu tanrısının kim olacağı söz konusu olur. Bütün Olimpos tanrıları bir araya gelir ve çeşitli yarışmalar sonucu finale Poseidon ve Athena kalır. Jüri olan tanrılar şehre en büyük hediyeyi verecek olanı şehrin koruyucu tanrısı seçeceklerini söylerler. Poseidon mızrağını yere vurur ve buradan su fışkırır; jüri tanrılar çok etkilenir ancak denizler tanrısı olan Poseidon’un vaad ettiği su tuzlu sudur. Athena’nın mızrağını sapladığı yerden ise bir filiz çıkar ve büyür, çok güzel bir zeytin ağacı olur ve “Bu da zeytin ağacıdır’ der başlatır anlatmaya. Zeytini yiyebilir, yağını yemeklerde kullanabilir, ilaç yapabilir, yakıp aydınlanabilirsiniz, üstelik bozulmaz ve bozulmasını istemediğiniz yiyeceklerinizi saklayabilirsiniz der. Bütün tanrılar bu ağaca bakakalır ve büyülenirler böylelikle şehrin koruyucu tanrısı Athena seçilir ve şehir onun ismi ile anılır.
Zeytin ağacı ne kadar kadim, bilge bir ağaç, kıymetini bilmeyenler utansın.
Atina akropolisinde en önemli yapılar Parthenon tapınağı, Erekhtheion tapınağı, Nike tapınağı ve Propyleia (giriş kapısı) dır. Ayrıca Dionysos tiyatrosu da yine bu arkeolojik alanda yer alıyor.
Gerçekten yapılar muazzam, teknolojinin olmadığı bir dönemde bu kadar yüksek bir tepeye, bu kadar işçilik isteyen yapılar, estetikten ödün vermeden nasıl yapılmış insanın aklı almıyor. Bu işte de uzaylıların parmağı olmasın:)
Akropolis’ten şehre baktığınızda Zeus tapınağını, Hephaestus tapınağını, Monastraki meydanını ve daha adını hatırlayamadığım birçok anıtsal yapıyı görmeniz mümkün. Bu bana yetmedi derseniz aşağıda Akropolis müzesini de gezebilirsiniz.
38 derece sıcakta, kızgın güneşin altında, azimle bu arkeolojik alanı dolaştıktan sonra kan ter içinde tepeden aşağı salınıyoruz. Bu yolun her iki yanında bu kadar çok zeytin ağacı olması hikayeyi dinledikten sonra daha da anlamlı oluyor. Gerçi ağaçların gövdeleri ince, bunlar genç ağaçlar ama olsun hikayeye uygun yolu düşünenlere koca bir alkış….
Plaka, Akropolis’in eteklerinde hediyelik eşya dükkanları, kafe, restoranların yoğun olduğu turistik bir bölge. Burası oldukça hareketli, cıvıl cıvıl bir yer. Bu kadar emekten sonra soğuk bir şeyler içmeyi hak ettik, bir de atıştırmalık musakka sipariş ediyoruz. Bu musakka annelerimizin yaptığı musakka gibi değil, dış görüntüsü lazanyayı andırıyor, oldukça lezzetli. Hangisini beğendik derseniz, ikisi de güzel.
Plaka’da verdiğimiz kısa molanın ardından yürümeye devam. Yolumuzun üstünde Ermou caddesi var, burası mağazaların, kafelerin olduğu uzun bir cadde, biraz bizim İstiklal caddesini andırıyor. Görmedik dememek için yürüyoruz.
Bir sonraki hedefimizde Monastiraki meydanı ve hemen yanı başında bulunan bit pazarı var. Monastiraki meydanı Atina’nın en turistik yerlerinden biri, meydanda bir de Osmanlı döneminden kalma cami göze çarpıyor, bu cami günümüzde müze olarak hizmet veriyor. Atina’nın pek çok yerinden olduğu gibi buradan da Akropolis’i görmek mümkün. Meydanın hemen yanı başında başlayan bit pazarı renkli, kalabalık bir sokak. Biz antika göremedik ama 2.el deri eşyalar çoktu. Meydana yakın başka bir cazibe noktası sağlı sollu geleneksel Yunan tavernalarının olduğu Mitropoleos sokağı. Doğrusu tabelalardaki yiyeceklerin çoğu tanıdık. Yeri gelmişken dönerin Yunanistan’da çok yaygın olarak satılan bir yiyecek olduğunu belirteyim. Gyros adı ile sattıkları bu ürünü domuz, tavuk ya da sığır etinden yapıyorlar. Küçük bir pita ekmeğini külah gibi kıvırıp içine döner, cacıki, patates kızartması ve isteğe göre soğan koyuyorlar, tavernalarda porsiyon olarak da yemek mümkün. Biz beğenerek sıkça yedik. Ama Mitropoleos sokakta denediğimiz ‘yoğurtlu kebab’ bizden geçer not alamıyor, Adana, Antep, Urfa’da kebap yediyseniz bunlara kebap demeye diliniz varmaz.
Eğer mitolojiye merakınız varsa bir tam gününüzü Akropolis ve müzesine ayırmak gerekir ama bizim gibi biraz gördük, biraz okuduk bu kadar yeter diyenlerdenseniz yürüyerek önemli çoğu yeri 1 günde görebilirsiniz. Sıradaki hedefimiz Syntagma meydanı ve ardından Parlamento binası, yine Ermou caddesinden geçerek ilerliyoruz. Parlamento binasının önündeki ponpon ayakkabılı nöbetçi askerleri görev devri yaparken izlemek eğlenceli.
Parlamento binasının hemen yanı başında Milli Park var, burası heybetli ağaçları, kuş cıvıltıları ile şehrin göbeğinde tam bir vaha. İçinde küçük bir hayvanat bahçesi de olan park cennetten minik bir demonstrasyon gibi. Vaktiniz çoksa kitabınızı alıp çimlerin üstünde keyifle vakit geçirebilirsiniz. Bizim vaktimiz sınırlı olduğundan parkta uzun bir yürüyüş sonrası buradan ayrılıyoruz. Küçük bir not parkın kapısında 19.30’da kapandığı yazıyor!!!
Kolonaki bölgesi bir diğer görmek istediğimiz yer, daha önce Atina ile ilgili okuduklarımızda buranın çok hareketli, canlı bir yer olduğu yazıyordu. İstanbul’un Nişantaşı’sı yakıştırmaları yapılmıştı. Doğrusu bizim ziyaretimizde mağazaların çoğu kapalıydı ve mekanlar boştu. Bu kadar yürüyüşün hatırına bir kafede oturup soğuk bir şeyler içtik ama burayı görmeseydik kayıp saymazdık.
Şimdi arabamızı bıraktığımız Akropolis’e doğru geriye dönüş zamanı. Plaka yolumuzun üstünde olduğu için burayı akşam da görme fırsatımız oluyor, yine kalabalık, yine canlı. Tarihi yapılar çok güzel ışıklandırılmış.
Bu gezide Akropolis’ten daha yüksekte bulunan Lycabettus dağı’na çıkamadık. Buradan gün batımını izlemek hem hatıralarda hem de fotoğraflarda eşsiz anılar bırakırdı, belki bir daha ki sefere…
Atina’ya karavanla gelecekler için kısaca kaldığımız kampingten de bahsedeyim. Araştırdığımız kadarıyla Atina merkezde camping yok, Atina’ya yaklaşık 20 km mesafede otobana komşu bir camping gördük ama sıcak havada denizden de faydalanmak için Nea Makri bölgesini seçtik. Camping Ramnaus karavan alanları ağaçlar ile ayrılmış, sessiz, deniz kenarında güzel bir kamping ancak ortak kullanım alanları çok iyi değil. Kısa süreli konaklamalar için değerlendirilebilir.
Atina güzel bir şehir, hafta sonu gelinebilecek yakınlıkta ve 2 gün bu güzel şehri gezmek ve yaşamak için yeterli.
Bir sonraki durağımız Mora yarımadası, görüşmek üzere…