BRINDISI-LECCE-OTRANTO-GALLIPOLİ

Şaşkın bir vaziyette hiçbir kontrol noktasından geçmeden İtalya topraklarına girdikten sonra ilk işimiz bir GSM operatörü dükkanına gidip yeni bir hat almak oldu. Yurtdışında ‘Prepaid SIM card’ diye içinde sadece internet ya da hem internet hem konuşma olanağının olduğu faturasız hatlar satıyorlar, gezerken-yol bulurken en çok ihtiyaç duyulan şey internet olduğu için biz 1 ay süre geçerli olan 20GB internet paketini aldık, tanıtımlarda bunun 9Euro olduğunu söylüyorlar ancak kart aktivasyonu ile birlikte bu karta 25Euro ödedik. Kartı aldığımız satıcı 2 saat içinde kartın spontan aktive olacağını söyledi ama olmadı o yüzden söyledikleri saat geçtikten sonra kartınız aktive olmadıysa GSM operatörünün herhangi bir şubesine gidip kartınızı aktive etmek için yardım istemenizde fayda var.

Brindisi İtalya’nın güneyinde, tam da topukta  Puglia (Pulia okunuyor) bölgesinde bulunuyor, burası geneli ovalarla kaplı ve başlıca geçim kaynağı tarım olan bir bölge. Bu bölgenin şarapları çok ünlü ve tattığımız kadarıyla bu ünü sonuna kadar hak ediyor.

Buraya kadar gelmişken Brindisi’yi gezelim dedik. Karavanımızı şehir merkezine çok ta uzak olmayan bir karavan parkına bıraktık, burada elektrik ve kirli su/WC boşaltma olanakları da var ama herhangi bir görevli yok ve herhangi bir ödeme noktası da göremedik.  Acaba bu imkanlar Brindisi belediyesinin karavancılara armağanı mı anlayamadık.

Brindisi’de eski şehir gerçekten eski, binaların çoğu bakımsız, sokaklar pis ve kaldırımlar köpek kakası dolu. Siesta saati olmamasına rağmen şehir sakin, ortalıkta pek insan yoktu.

Görülmesi gereken yaklaşık 10 nokta var ve bunları yürüyerek gezmeniz yaklaşık 1 saatte mümkün, bir de kahve molası verirseniz Brindisi şehrine 2 saat ayırmanız yeterli, eğer Puglia bölgesi gezisi planladıysanız sakın konaklamanızı burada yapmayın çünkü birazdan anlatacağım çok güzel yerler var.

Şehrin yeni tarafında güzel geniş bir cadde Corso Umberto I, sağlı sollu dükkanlar var, bu caddede bir kahve molası verilebilir.

Turistik noktaları haritada yuvarlak bir hat şeklinde planlarsanız 1 saate yakın sürede tüm bu yerleri görebilirsiniz.

           

Doğrusu Brindisi bize pek cazip gelmedi, hedefte bugünkü gezi planının 2. durağı olan Lecce var.

LECCE

Lecce’ye daha girmeden şehir Brindisi’den çok farklı olduğunu adeta bağırarak size söylüyor

Yaklaşık 10m uzunlukta bir araçla seyahat ettiğimizden bizim için bir şehre girince en önemli konu park meselesi, Lecce’yi araba+karavanla mecburen bir süre dolaştıktan sonra park edip eski şehre şaşalı bir kapıdan dalıyoruz.

Eski şehir gerçekten büyüleyici, sanat her yerde, binalar muhteşem, insan neye bakacağını şaşırıyor, buraya güneyin Floransa’sı yakıştırması yapılıyormuş ve şehir barok mimarinin örneklerini görebileceğiniz şaşalı yapılarla dolu. Barok mimari, 16-18. yüzyıllarda İtalyan kiliselerinde gücünü tanrı ve mitoloji taslaklarından alan ve işlemeli duvarlar, görkemli bahçelerle donatılmış mimari yapılarmış, bu dönemde sanat doğayı taklit etme değil, aksine onu biçimlendirme olarak anlaşılırmış.  Anladığım kadarıyla biraz da gösteriş ve güç gösterme dönemiymiş. Bu şehrin yönetmen Ferzan Özpetek’le de yakın ilişkisi var, onun filmlerini sevenler Lecce’den bambaşka bir tat alacaklardır eminim. Eğer bu şehri yürüyerek hakkını vererek gezmek istiyorsanız en az 3 saat ayırmanız gerekir ama daha detaylı gezmek isterseniz buraya konaklamalı 1 gün ayırabilirsiniz. Gezerken yapılardaki detaylara takılıp kalırsanız 1 gün bile yetmeyebilir, detaylar, detaylar……

Sokaklarda pek çok satıcı var ve çok güzel şeyler satıyorlar.

Biz Ağustos ayında gittiğimiz için oldukça kalabalık ve hareketliydi.

 

Şehri çeviren surlarıyla, sanat dolu tarihi eserleriyle, kalabalık dar sokaklarıyla Lecce’yi çok beğendik.

OTRANTO

Bu kadar sıcak havada, üstelik kötü bir gemi yolculuğu ile Yunanistan’dan gelip iki şehir gezince Otranto bize ilaç gibi geldi. Yüksek sezon olması nedeniyle çok kalabalık, hareketli ve neşeliydi. Plajları eski şehir kadar davetkardı ama bugünkü planımızda gezilecek 1 nokta daha olduğundan plaja sadece bakıp eski şehri gezmeye başladık.

Burası Brindisi ve Lecce’den bambaşka, neşeli, küçük bir sahil kasabası, görkemli bir kalesi ve eski şehrin içinde yine sanat dolu tarihi yapıları var. Çarşısı çok kalabalık ve herkes tatilde olduğundan mutlu, güzel kokulu, hoş bir hareketlilik var. Burada konaklamak çok iyi bir fikir, üstelik denize girme zamanıysa gündüz şahane denizde, akşam eski şehirde çok hoş vakit geçirilebilir.

Kale etrafında çok sayıda yeme-içme mekanı ve neşeli İtalyan’ların kahkahalar eşliğinde gezdiği triportörler var, kalenin duvarına oturup gelen geçeni izlemek bile insana çok keyif veriyor…

Otranto, İyon ve Adriyatik denizlerinin buluştu stratejik konumuyla tarih boyunca önemli bir liman şehri olmuş, 1480 yılında fatih Sultan Mehmet döneminde 13 aylığına Osmanlı’nın elinde kalmış, Hristiyan kaynaklara göre fetih sonrası Gedik Ahmet Paşa’nın şehirde ölçüsüz şiddet uyguladığı ve Müslüman olmayı kabul etmeyen 800 kişiyi kılıçtan geçirdiği söyleniyor. Ve bugün bu 800 kişinin kemikleri katedralde sergileniyor. Yine aklımda aynı soru, kim bu toprakların ilk sahibi? Sınırlar olmasaydı, sinirler olmaz mıydı? Bu hikaye çok çarpıcı ve üzücü ve ben katedrale girip kemikleri görmeden çıktım, gerçekten görmedim, gözüme çarpmadı, iyi ki de öyle oldu:((

Ağustos ayında şehir çok kalabalık, özellikle İtalyan’ların tatil için tercih ettiği bir bölge, dolayısıyla şehir içinde ciddi bir trafik ve otopark sorunu var. Şehre girmeden göreceğiniz tabela park etmek için uygun, üstelik karavanla konaklama imkanı da var, elektrik, su, kimyasal wc boşaltma yeri var, otopark ücreti 5 Euro, konaklamak isterseniz geceliği 10 Euro.

Otranto, Puglia bölgesinde mutlaka görülmesi gereken yerlerden biri…

GALLIPOLI

Yunanistan’dan İtalya’nın Brindisi şehrine geçtikten itibaren Gallipoli 4. durağımız oldu, az zamana büyük işler sığdırdık ama pilimizde neredeyse bitti. Gallipoli şehri de yine bir sahil kasabası, deniz tatili için seçilebilecek, İtalyan’lar için turistik bir bölge. Şehrin girişinde çok sayıda karavanın park ettiği bir otopark görünce çok sevindik ve karavanımızı park edip 4 Euro’ya bir gün geçerli otopark bileti aldık, bu kadar yorgunluğa rağmen şehrin gecesini görmek üzere yola koyulduk ve niyetimiz dönüşte karavana girip hemen uyumak oldu.

Şehrin girişi yani yeni şehir gördüğümüz diğer yerlerden mimari olarak çok farklı değildi, çok kalabalıktı ve şehir merkezine doğru trafik durma noktasına gelmişti. Bu yüzden aracınızı bir süre yürümeyi göze alıp, merkeze uzak bir yere park etmek daha mantıklı. Bir süre yürüdükten sonra bizi güzeller güzeli Gallipoli kalesi karşıladı, denizdeki deniz kestanesi heykeli buranın balıkçılıkla uğraşan bir yer olduğunun sinyalini veriyordu.

Eski şehre girer-girmez dikkati çeken en önemli noktalardan biri balık pazarı, burada tezgahta beğendiğinizi, istediğiniz miktarda seçiyorsunuz ve sizin için pişiriyorlar, akşam saati o kadar kalabalıktı ki boş masa bekleyen çok sayıda insan vardı, bizde yemeğimizi burada yemeyi çok istedik ama keyifle yemeğini yiyen insanlardan bize sıra gelmeyeceğini düşünüp üzülerek vazgeçtik.

Hava kararınca eski şehir çok hareketli oluyor, daracık ara sokaklar tatil yapan neşeli insanlarla dolu, restoranlar dolu ama siz siz olun ‘menü turistico’ yazan yerlerde yemeyin, biz yedik, pişman olduk. Niyetimiz her şeyden azar azar tatmaktı ama porsiyonlar o kadar azdı ki masadaki güzel şarap olmasa moralimiz epey bozulabilirdi. Buraya geldiyseniz Puglia bölgesine özel orecchiette  (orekiette diye okunuyor) makarnasından tatmanız güzel olur, bu makarnayı çeşitli soslarla yiyebilirsiniz.

Gündüz sakin olan her yer gece epeyce hareketleniyor, mevsiminde geldiyseniz şehrin içinde olmasına rağmen tertemiz olan sahilde deniz keyfi yapabilirsiniz.

Diğer yerlerde olduğu gibi burada da sanat eseri niteliğinde pek çok kilise ve tarihi yapı var.

Bu şehrin gecesi daha da güzel, hele yaz mevsiminde geldiyseniz gündüz denizden de faydalanacağınızı düşünerek, bu şehirde hem geceyi hem gündüzü yaşamak için konaklamalı 1 gün ayırmanızı tavsiye ederim.

Yazının başında şehrin girişinde pek çok karavanın park ettiği bir otoparktan ve sevincimizden bahsetmiştim. Gece yemek yiyip, şarap içip yorgun bir şekilde karavanımızın yanına döndüğümüzde polis yanımıza gelip burada kalamayacağımızı ve gitmemiz gerektiğini söyledi, nereye gidelim deyince de bize bir adres verdi. Gecenin kör vakti polisin verdiği adreste kimse yoktu ve gözümüzden uyku akıyordu, karavanı oraya park edip uykuya daldık. Sabah erken saatte hiç de hoş olmayan bir şekilde otopark görevlisi tarafından uyandırıldık ve adeta kovulduk, İngilizce bilmediği için buraya keyfimizden gelmediğimizi, polisin bizi bu park alanına yönlendirdiğini de anlatamadık. Eğer Gallipoli’ye yolunuz karavanla düşecekse konaklayacağınız yeri önceden ayarlamanızda fayda var:))

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

IGOUMENITSA-BRINDISI GEMİ YOLCULUĞU

İtalya’ya gemi ile geçmek hem zaman hem maddi açıdan daha uygun diye düşündük. Zaten geçen sene Balkan turu yaptığımız için karayolu ile gitmemiz durumunda göreceğimiz coğrafyayı gezmiştik. Parga’ya yakın olan İgoumenitsa limanından İtalya’nın Bari ya da Brindisi limanına geçme kararı aldık. Biz yaptık siz yapmayın, sakın bilet alma işini son güne bırakmayın. Planımız gemide ‘Camping on board’ olarak seyahat etmekti, bu imkan tescilli karavanlar için geçerli, karavanın içinde mutfak, yatma alanı ve wc olması gerekiyor. Bu şekilde seyahat ettiğinizde gemide elektrik alabiliyor, kendi karavanınızda uyuyabiliyor ve geminin her yerine girip-çıkabiliyorsunuz tabi biletinizi vakitlice alırsanız. Görüştüğümüz tüm acentalar bu şekilde seyahat için yerlerinin olmadığını, en erken 1 hafta sonraya yer bulabileceklerini söylediler, hatta araba+karavan için bile 2 gün sonraya yer var dediler. Cesaretimizi toplayıp biletimizi internetten aldık. İnternetten bilet alırken pek çok parametre soruyorlar, arabanızın boyu, yüksekliği, üzerinde başka bir aparat olup-olmadığı(port bagaj, bisiklet taşıyıcı vs.), modeli-yılı, karavanınızın uzunluğu, yüksekliği, modeli-yılı, yaşınız gibi. Tüm bu soruları cevaplayıp bilet alma aşamasına geldik. Bu noktada nasıl seyahat edeceğiniz soruluyor, en ucuz seçenek deck dedikleri, numarası olmayan koltuklar. Diğer seçenek uçak tipi koltuk dedikleri numarası olan koltuklar, ya da kabin kiralayıp, yatarak gidebilirsiniz, kabinle ilgili seçenekler bütçenize göre değişebilir, jakuzisi olan kabin bile var. Ancak yine geç bilet almamızdan dolayı bizim için iki seçenek kalmıştı, ya deck ya da uçak tipi koltuk. Yerimiz belli olsun diye uçak tipi koltuk aldık. Bu yolculuk için toplam 354 Euro ödedik. Bu noktada bir güncelleme yapmakta fayda var, biz bileti en yüksek sezonda, tüm gurbetçilerin dönme zamanı ve son gün aldık, o tarihte Bari’ye en ucuz bilet 455Euro idi. Ancak bizim seyahatimizden 2 hafta sonra bilet sitelerini tekrar incelediğimde 120-180 Euro aralığında Bari’ye bilet bulmanın mümkün olduğunu gördüm. Bilet fiyatlarını belirleyen en önemli şey anladığım kadarıyla seyahat için seçtiğiniz tarih. Bununla birlikte araba+karavan toplam uzunluğu, 65 yaş üstü yolcu olup olmadığı zira 65 yaş üstüne indirim var ve bileti ne kadar önceden aldığınız da bilet fiyatını etkiliyor. Her koşulda bu işi sona bırakmamak iyi olur.

Gelelim bizim yolculuğun devamına; Yolculuktan en az iki saat önce ki biz 4 saat önce gittik, terminale gidip ilgili gemi firmasının ofisinden check-in işleminizi yaptırmanız lazım. Biz pasaportlarımızla birlikte, aracın ve karavanın ruhsatını hatta sigortalarını da yanımızda götürdük ama pasaporttan başka bir şey sormadılar. Check-in işleminden sonra görevli bize biletlerimizle beraber (yolcular, araba ve karavan için toplam 4 bilet) aracımızın önüne koymanız için nereye gideceğimizi gösteren bir sticker verdi ve saat kaçtan itibaren rıhtıma geçiş yapabileceğimizi söyledi. Terminaldeki ekranda gemilerin kalkış saatleri ve rıhtım numaraları yazıyor. Bu yazan numara rıhtımdaki numara yani sizin geminizin 4 numaralı dock’a yanaşacağı yazıyorsa limana girmek için 4 numaralı kapının açılmasını beklemeyin, hangi kapı açıksa o kapıdan limana girin ve rıhtımda 4 numaralı yere yanaşın. Gemiyi beklemek için yanaşırken görevliler nereye park etmeniz gerektiği ile ilgili yönlendiriyorlar. Limana giriş yaparken biletleri ve pasaportu sordular, araba ve karavan ruhsatı ile ilgilenmediler, sadece karavanın içini çok detaylı olmadan aradılar. Normalde limanın kapısından araç içinde sadece sürücü geçebiliyor, yolcular terminal dahilindeki pasaport kontrolünden geçiyor. Ama bazı arabalarda yolcuların geçişine ses çıkarmadılar, bu ayrımı nasıl yaptıklarına aklımız ermedi.

Limanda gemiyi beklemeye başladık, gemi kalkış saatine az bir zaman kala limana yanaştı, önce içindeki araçları boşalttı, sonra büyük bir insan kalabalığı birbirini ite-kaka yolcu alınan noktaya üşüştü, insanları almaya başladıktan sonra da bizim sefer için bekleyen araçları almaya başladılar. Gemiye geçerken sadece bilet sordular ve böylece devasa gemiye bindik. Bu insanların neden izdiham yaratarak gemiye binmeye çalıştığını aracımızı park edip oturacağımız koltuğu ararken anladık.

Yazının başında bahsettiğim deck tipi koltuklar kim kaparsa onun elinde kalıyor. Bu bir gece yolculuğu ve insanlar uyuyarak gitmek için 3-4 kişinin oturabileceği yere yatıp yer kapıyorlar. Yatacak kadar büyük alan kapmayı beceremeyenler battaniye, uyku tulumu, mat, şişme deniz yatağı, ne buldularsa yerlere serilip yatarak yolculuk yapıyorlar. Biz uçak tipi koltuk aldığımız için numaralı koltuklarımıza geçtik, görevli biletlerimizi yalandan kontrol etti. Gemi hareket ettikten sonra bizim bölümde bir hareketlilik başladı, numaralı koltuğu olmayan kişiler gelip boş koltuklara yayıldılar hatta direk yere yatanlar oldu. Bu gemide eğer kabin bulamayıp bizim gibi seyahat edecekseniz çok konforlu olduğunu söyleyemeyeceğim. Sürekli bir gürültü, horlayanlar, bebek ağlamaları, huzursuzluk veren garip insanlar vs. Üstelik tuvaletler çok pis. Biz yaptık siz yapmayın, biletinizi önceden alıp camping on board seyahat edin ya da kabin kiralayın.

Yolculuk esnasında klimalar çalıştığı için ortam biraz serin oluyor, üstünüze bir şeyler almakta fayda var. Ayrıca çantanıza su, atıştırmalık, uyku bandı koymayı unutmayın.

Gemide bir restoran var ve kahvaltı zamanı duyuru yapıyorlar, bir ücret karşılığında kahvaltınızı gemide yapabilirsiniz.

Gemimiz olması gereken saatten geç kalktı ve planlanan saatten 2 saat daha geç Brindisi’ye ulaştı. Gemiden inerken geri-geri manevra yapıp iniyorsunuz, römorkla biraz zor oluyor ama görevli elinden geldiği kadar yardımcı oluyor. Her neyse sonunda İtalya’ya geldik. Şimdi gemiden inip gümrük işlemlerini yaptırma zamanı derken gemiden indik ve kendimizi Brindisi de bulduk, herhangi bir kontrolden geçmeden artık İtalya topraklarındaydık:)

 

 

 

 

 

MESSALONGHI-PREVEZE-PARGA

Messalonghi’ye vardığımızda saat gece yarısına yaklaşmıştı, hala hareketli olan liman bölgesinde yol üstünde çok sayıda park etmiş araç vardı, bizde karavanımızı uygun bir yere park edip yürüyüşe çıktık. Marinada kısa bir yürüyüşün ardından uykunun davetini kabul edip karavanımıza döndük ve Yunanistan’da ilk defa kamping dışında bir yerde konakladık. Rahatsız eden olmadı ama sanırım yine de tedirgin uyuduk. Messalonghi bölgesi çok sayıda lagünü ile kuşlar için adeta bir cennet.

Buraya veda edip Preveze’ye doğru yol alıyoruz. Preveze denince çoğumuzun aklına Preveze deniz zaferi gelir. Barbaros Hayreddin Paşa komutasındaki Osmanlı donanması ile Andrea Dori komutasındaki Haçlı ordusunun arasında geçen savaş Osmanlı ordusunun zaferi ile sonuçlanır. Ama aklımda hep aynı soru, kim bu toprakların ilk sahibi? Bu topraklardan kimler gelmiş, kimler geçmiş? Sınırlar olmasaydı sinirler olmaz mıydı? Neyse bu sorunun cevabını bulmak zor sanırım:( Preveze bir liman kenti, yürüyerek 1 saatte dolaşabileceğiniz bir merkezi var, yol boyunca Nicopolis antik kentinin yıkık duvarları göze çarpıyor, Yunanistan’ın neredeyse her yeri arkeolojik alan:) Şehir merkezinde dolanırken balık kokuları bizi ara sokakta bir tavernaya götürüyor. Burada bir yemek molasının ardından karnımız güzelce doyduğu için Preveze’den kendi adımıza zaferle ayrılıyoruz:)

Sırada Parga var, Preveze’den yaklaşık 40km sonra Parga’ya ulaşıyoruz. Doğrusu Mora’daki tatsız kamping alanlarından sonra yine internetten görüp beğendiğimiz bu yer nasıl çıkacak diye epey endişelendik. Yoldan ayrılıp sahile doğru kıvrıla kıvrıla aşağı indiğimizde gördüğümüz manzara bizi büyüledi. Parga’da seçtiğimiz kamping Lichnos koyunda, sırtını bir tepeye, önünü denize vermiş çok güzel bir yer. Şansımıza karavanımıza denize en yakın bölgede yer buluyoruz. Yunanistan’da yaklaşık 2 haftadır biriken çamaşırlarımızı burada yıkayıp, İtalya için hazırlık yapalım diyoruz. Deniz öyle güzel ki en az 3 gün burada kalıp Zodyak botu da şişirelim diyoruz.

balık video

Kampımız Parga’ya 2.5 km uzaklıkta, Parga şehir merkezine giderken yaklaşık merkeze 1 km kala yol üstünde park etmiş arabalar dikkatimizi çekti, bizde arabamızı buraya park edip yolun kalanını yürüdük. İyi ki böyle yaptık zira yol giderek daralıyor, trafik tıkanıyor ve yakınlarda boş park yeri bulmak zor. Parga merkez küçük bir yer, küçük bir koy, irili ufaklı adacıklar ve tepeye sıralanmış, az katlı rengarenk evleriyle büyüleyici. Sahil boyunca pek çok taverna var ve neredeyse hepsi dolu, hele saat 21.00 den sonra boş masa bulmak çok zor. Tüm mekanların menüsü ve fiyatları girişlerinde duruyor ve siz menüyü incelerken kimse rahatsız etmiyor. Bizde Souluri tavernayı seçtik ve seçimlerimizden gayet memnun kalarak mekandan ayrıldık.

Yürürken mısırcılar, çeşitli oyuncaklar satan satıcılar, müzik ya da dans performansı sergileyenler gibi bizim tatil yörelerimizde de alışageldiğimiz görüntüler var. Ancak burada mekanlardan çıkıp rahatsızlık veren, mutlaka bizi seçmelisiniz diye adeta yapışan çalışanlar yok. Sahilin sonuna doğru yürüdüğümüzde güzelce ışıklandırılmış kale bizi karşılıyor, burası kordonun sonu. Geri dönerken sola ara sokaklara girerseniz çeşitli dükkanların olduğu, kalabalık, hareketli bir çarşı ile karşılaşıyorsunuz. Aslında burası sezonda Bodrum çarşısında dolaşmaktan daha farklı değil.

Parga’da kaldığımız Enjoy Lichnos kampingi çok beğendik, temizlik şahane olmasa da konumu büyüleyiciydi. Eğer sizde İtalya’ya geçmeden önce son hazırlıkları yapalım diyorsanız burası Igoumenitsa’ya yakın konumu ile de avantajlı, çamaşır yıkamak isterseniz 7Euro karşılığında çamaşır makinasını kullanabilirsiniz.

Gecesi ayrı, gündüzü ayrı güzel Parga’yı çok beğendik…

MORA YARIMADASI

Atina’dan sonraki durağımız Mora Yarımadası. Doğrusu bu turu planlamadan önce Mora Yarımadası nerde diye sorsalardı haritada yerini gösteremezdim herhalde, artık biliyorum:) Bir süredir navigasyondan ücretli yolları çıkardık, bazen bizi saçma sapan yerlere soksa da genelde rotamız üzerinde güzel yerler oluyor. Nea Makri’den ayrıldıktan biraz sonra Maraton gölünden geçiyoruz. Yapısı itibariyle bir baraj gölünü andıran bu gölden geçmek için sadece tek aracın sığabildiği bir köprüden geçmek gerekiyor, neyse ki köprünün her iki ucuna trafik lambası koymuşlar. Işığın bizim için yeşile dönmesini beklerken gölün huzurlu manzarasını seyretme fırsatımız oluyor.

Yolumuzun üstünde beni çok şaşırtan bir başka köprü ise Yunan anakarası ile Mora Yarımadasını birleştiren Isthmus köprüsü. Bu köprü Corinth körfezi ile Saronic körfezini birleştiren Corinth kanalının üstünde yer alıyor, öyle yüksek ki bakarken insanın yüreği hopluyor. Bu kanal normalde ada olan Mora’yı 1893 senesinde teknik olarak yarımada yapmış. Gerçekten büyüleyici ve bir o kadar yarayışlı bir kanal olmuş, bu kanal olmasaydı denizden epey bir mesafe yol almak gerekecekti. Kanalın yapımı ile ilgili enteresan hikayeler var, merak edenler bulup okusunlar:)

Köprünün üstü bu eşsiz manzaranın fotoğrafını çekenlerle dolu, cesaretiniz varsa bungee jumping yapma fırsatı da var:))

Bu köprüden geçtikten sonra artık Mora Yarımadası’ndayız. Burada Yunanistan’ın genelinde çokça gördüğümüz zeytin ağaçlarını daha da çok görmeye başlıyoruz. Yollar geniş ve düzgün, hızlı sezon olmasına rağmen trafik rahat. Ara ara balık çiftlikleri gözümüze çarpıyor. Bu adada ilk durağımız Epidavros bölgesi. Bu bölge arkeolojik alanların çokça olduğu bir bölge, sıcak havaya rağmen bir kısmını gezmeyi başardık. Bu bölgede yer alan Epidavros tiyatrosu önemli, günümüzde de büyük bir tiyatro festivaline ev sahipliği yapıyor. Küçük bir limanı ve sakin tavernaları var. Adadaki zeytin ağacı bolluğuna burada birde portakal ağaçları ekleniyor. Yeşille mavinin dans etmesi diye buna diyor olmalılar. Küçük Epidavros tiyatrosunu ararken kaybolup, dağ başında minik bir kilise görüyoruz. Annelerimizin çeyimize koyduğu ama burun kıvırdığımız danteller nasıl da özenle süslüyor her yeri. Epidavros bölgesi genel olarak sakin bir bölge, çok sayıda arkeolojik alan var ama adanın daha güzel yerlerini görünce keşke burada konaklamasaydık diye iç geçirdik. Üstelik internet sitesinden görüp beğendiğimiz kamping ne yazık ki bizi hayal kırıklığına uğrattı.

Epidavros’a oldukça yakın mesafede yer alan Nafplion çok daha güzel bir yer, zaten burayı görünce niye burada kalmadık diye pişman olduk. Güzel ve hareketli bir merkezi, renkli-küçük bir çarşısı olan bir liman kenti. Tepesindeki Palamidi kalesi ve limanın karşısındaki Bourtzi kalesi oldukça güzel.

Adadaki bir sonraki konaklama durağımız Githio bölgesi, buraya giderken yollar epey virajlı. Burası da bir liman kenti, deniz kenarında pek çok tavernası var. Biz şehir merkezine oldukça yakın olan bir kampinge kaldık ancak burası da bizi hayal kırıklığına uğrattı.

Buraya yaklaşık 70 km mesafedeki Monemvasias merak ettiğimiz noktalardan biri. Bu güzel yere ulaşmak için bir süre virajlı, dar dağ yollarından gitmeyi göze almanız gerekiyor ama gerçekten merakımızı ve çabamızı hak edecek kadar güzel ve etkileyici. Burası eski çağlarda düşman saldırılarından korunmak için tasarlanmış bir kale şehir. Manası tek girişli demekmiş. Gerçekten şehrin küçük bir girişi var, buraya araç girişi yasak zaten girince anlayacaksınız ki araç geçecek bir yol yok, daracık, inişli-çıkışlı yollar adeta labirent gibi. Dolayısıyla aracınızı yer bulursanız yola, bulamazsanız köprüden önce bir yere park etmeniz gerekecek. Biz arabamızı köprüden önce deniz kenarına park edip, köprüden yürüyerek geçtik.

Buraya giriş ücretsiz, kesinlikle görülmesini tavsiye edeceğim bir yer, pek çok yeme-içme mekanı, hediyelik eşya dükkanı ve tarihi dokusu bozulmamış butik otelleri var.

Üstelik bu harika şehri dolaşıp yorulduktan sonra geri dönüş yolunda kayalıklarda suya girip serinleyebilirsiniz, burada ücretsiz kullanabileceğiniz duş da var.

Monemvasias’ı bayılarak gezdikten sonra rotamız Elafonisos adası. Bu adaya geçmek için Punta Limanından feribota binmeniz gerekiyor. Biz yüksek sezonda olduğumuz için çok ciddi bir kuyruk vardı, nasıl olsa adada toplu taşıma vardır diyerek aracımızı bırakıp yaya olarak geçtik. Feribota araç alımı geri geri yapılıyor çünkü tek kapısı var, çıkarma gemisi gibi bir şey, mesafe çok kısa, yolculuk kısa sürüyor. Biz kişi başı 1 Euroya yolculuk ettik, aracınızla geçmek isterseniz araç bileti 12 Euro. Adaya ayak bastıktan sonra kısa bir tur yapıyoruz, burası gerçek bir Yunan kıyı köyü havasında.

Adada toplu ulaşım yok, zaten adanın toplam yüzölçümü 19 kilometrekare, gitmek istediğiniz yere ya taksiyle ya da limandaki küçük kilisenin önünden kalkan botlarla gidebilirsiniz. Meşhur Simos plajına gitmek için biz taksi kullandık, 7 Euroya anlaştık ve dönüş için sözleştik, bizi anlaştığımız saatte aynı ücrete limana geri getirdi. Simos plajı gerçekten çok güzel, plajda şezlong ve şemsiye kiralıyorlar, aynı zamanda içecek ve minik atıştırmalık veren büfe var ama elbette kendi şezlongunuzu da götürebilirsiniz. Deniz gerçekten çok güzel, su cam gibi. Plaja ulaşmak için yürüdüğünüz yol mis gibi kekik kokuyor. Keşke burada kalsaydık diye bir kez daha iç geçiriyoruz:( Bizim bu ada için ayırdığımız süre kısıtlıydı, bu yüzden diğer güzel koylarını görme, kıyıdaki güzel tavernalarda oturup keyif yapma fırsatımız olmadı, eğer buraya gitmeyi düşünürseniz 1 tam günü buraya ayırmanızı tavsiye ederim.

Mora Yarımadası’nda kaldığımız her iki kampingten de memnun kalmadık. Bundan sonraki durağımız ismine bulmacalardaki iri sofralık zeytin sorusundan aşina olduğumuz Kalamata. Kalamata’ya doğru yol alırken uğradığımız noktalardan biri Areopoli. Burası bir köy, yarım saatte gezilecek kadar küçük, biraz yürüyüş yaptıktan sonra Limeni’ye gidiyoruz.

Areopoli
Areopoli

Limeni çok güzel ve bir o kadar minik bir köy, denizi güzel, evleri güzel, adeta kartpostal gibi. Bu minicik yerde o kadar çok insan var ki, kendinize 1 havluluk yer bulursanız şanslısınız:)

Limeni

Burada manzaranın seyrine doyup, harika denizinde serinledikten sonra Kalamata’ya doğru devam ediyoruz. Doğrusu niyetimizde Kalamata’da konaklamak vardı ancak arabayla yaptığımız turda bize pek cazip gelmedi, Kalamata büyük bir liman kenti, yapılaşma diğer yerlerde gördüğümüzden daha fazla, şimdiye kadar adada seçtiğimiz kamp alanları ile ilgili hayal kırıklığımızı da göz önüne alınca gidebildiğimiz yere kadar gitme kararı alıyoruz.

Mora Yarımadası ile ilgili ufak notlar:

  • Yolların çoğu geniş ama bazı yerlere giderken bir tarafı uçurum, virajlı ve dar yollardan geçmek gerekiyor, yola çıkmadan önce alternatif rotalara göz atmakta fayda var.
  • Adada zeytin, portakal ve çam ağaçları adeta dans ediyor, o kadar çoklar ki, müthiş.
  • Bir de dev kaktüsler var, bu kaktüslerin meyvesi yeniyor, elinize iğnelerini batırmadan dalından koparmayı ve soymayı başarırsanız, çekirdekli ama oldukça lezzetli bir tat sizi bekliyor.
  • Biz ülkemizde yollarda ne yazık ki araba çarpmış kedi yada köpek görürüz burada araba çarpmış çok sayıda tilki gördük ve çok şaşırdık.
  • Zeytin ağacının bu kadar bol olduğu bir ülkede hiç zeytin, zeytinyağı satan dükkan görmedik. Oysa bizim oralarda bir bölge zeytinle uğraşıyorsa 100 çeşit zeytin, zeytinyağı, zeytinden yapılan sabun, kolonya gibi şeyleri satan ve en hakiki-gerçek-öz ürünlerin kendilerinde olduğunu vaad eden sıra sıra dükkanlar olur, buna da şaşırdık.
  • Kampingler anakaradaki kadar iyi değil, iyi araştırıp seçim yapın.           Artık Mora Yarımadası’na veda vakti, Rio-Antirio köprüsünü kullanarak Yunan anakarasına geri dönüyoruz, köprü geçiş ücreti araç+karavan için 20 Euro. Bir sonraki yazıda uyandığımız yerde görüşürüz…
  • Kaktüs meyvesi

 

 

 

 

ATİNA

Uzun süren bir yolculuk sonrası Atina’nın Attica-Marathonas bölgesinde bulunan kampinge geldik. Bu bölge bir ova, hem tarihsel önemi var hem de günümüzde yaygın seracılık ve tarımsal faaliyetler ile Atina’nın meyve-sebze bahçesi denilebilecek nitelikte. Dünya küçük diye boşuna söylememişler, gelir-gelmez bu bilgileri yanımıza yaklaşıp Türkiye’den mi geldiniz diye soran Fedon’dan öğreniyoruz. Fedon İstanbul doğumlu, Yeşilköy’lü, bir süre Türkiye’de çalıştıktan sonra Atina’ya yerleşmiş. Tanıdık birini görmüş gibi sevinip sohbet ediyoruz. Aslında sadece Marathonas bölgesinde değil yol boyunca çoğu yerde ekili alanlar, tarımsal faaliyetler dikkatimizi çekmişti ama kafeleri dolu tarlaları boş görmüştük, hazır buralı birini görmüşken kim çalışıyor diye soruyoruz. Fedon sorumuza gülerek cevap veriyor, Yunan halkının çalışmayı pek sevmediğini, özellikle Marathonas bölgesinde daha çok Pakistan’lı göçmenlerin bu işlerde çalıştığını söylüyor.

 

Bu bölgenin bir diğer önemi ise Yunanlılar ve Persliler arasındaki Marathon savaşlarının geçtiği bölge olması. Günümüzde bu savaş Maraton koşusuna esin kaynağı olmasından dolayı oldukça ünlüdür. Rivayete göre Maraton ovasında Atina kuvvetleri Pers’leri mağlup edince zafer haberini Atina’ya ulaştırmak üzere bir ulak gönderilmiş, bu ulak Atina’ya kadar hiç durmadan koşmuş ve zafer müjdesini verdiği anda düşüp ölmüş. İlk olarak 1896 yılında Atina olimpiyatlarında Maraton ovası ile Atina arasında koşulan Maraton koşusu bu söylenceden esinlenmiştir.

Bulunduğumuz bölgede çok uzun bir sahil var ve sahil boyunca çok güzel fıstık çamları sıra sıra dizilmiş. Sahildeki tesislerden bazıları su sporları hizmeti de veriyor, kendi şezlongu-şemsiyesi ile gelenler de az değil, çok kalabalık, hareketli bir sahil.

Atina’da gezilecek yerler listesi kabarık, kızgın güneşe rağmen denizi arkamızda bırakıp yola çıkıyoruz. Daha önceki yazılarda, Dedeağaç’ta başlayan Egnatia Odos otoyolunun Atina’ya kadar devam ettiğini söylemiştim. Yolun Selanik’e kadar olan bölümünde ödeme noktaları birbirinden uzak ve alınan ücretler makuldu. Ancak enteresan bir şekilde Selanik sonrası ödeme noktaları giderek birbirine yaklaşmaya ve ücretler sinir bozmaya başlıyor. Fedon yolun Selanik-Atina arasının özelleştiğini bu yüzden ücretlerin fazla olduğunu hatta Selanik’ten Atina’ya 25 Euro’ya uçtuğunu araba ile gelse 50 Euro’ya yakın otoban parası verdiğini söyledi. Bunu anlattım çünkü artık ücretli yolları navigasyondan çıkarmanın ve Barış Manço’dan cacık şarkısını dinlemenin zamanı geldi:)

İlk durak Akropolis, önce arabamızla keşif yapalım diyoruz ve şaşırtıcı bir şekilde bu kadar turistik bir bölgede, bir ara sokakta boş yer bulup arabamızı bırakıyoruz, şaşırtıcı olan bir değil birçok boş yer olması. Otobandan intikamımızı otoparktan alıyoruz:)

Akropolis Atina’ya hakim bir tepede yer alıyor, şehrin birçok yerinden görülüyor. Bu bölge ile ilgili o kadar çok mitolojik bilgi var ki mitolojiye merakı olanlar burada bayram eder sanırım. Zeytin ağaçlarının eşlik ettiği bir patikadan tepeye tırmanıyoruz.

Hava çok sıcak, bilet almadan önce bilet gişesinin karşısındaki büfeden limonata alalım diyoruz. Bildiğimiz limonatayı ‘Frozen’ sıfatıyla 4.5 Euro’ya satıyorlar, hamama giren terler diye boşuna söylememişler. Sadece Akropolisi gezmek isterseniz giriş bileti 20 Euro. Önemli not: karşıdaki büfeden aldığınız havalı limonataların içeri girmesi yasak! Girişin önündeki çöp kovası içeceklerini aceleyle içmeye çalışan bir kalabalık ile dolu, bizde o kalabalıkta yerimizi alıyoruz.

Akropolis Yunanca ‘yukarıda bulunan şehir’ demek. Klasik dönem Yunanistan’ında her önemli yerin bir akropolisi varmış, tapınaklar, hazinelerin saklandığı yapılar ve çeşitli kurumlar burada yer alırmış, bir saldırı durumunda şehir sonuna kadar savunulurmuş. Benim mitolojiye pek merakım yok ama şehre neden Atina isminin verildiği ile ilgili hikaye çok hoşuma gitti. Atina şehri yeni kurulurken şehrin koruyucu tanrısının kim olacağı söz konusu olur. Bütün Olimpos tanrıları bir araya gelir ve çeşitli yarışmalar sonucu finale Poseidon ve Athena kalır. Jüri olan tanrılar şehre en büyük hediyeyi verecek olanı şehrin koruyucu tanrısı seçeceklerini söylerler. Poseidon mızrağını yere vurur ve buradan su fışkırır; jüri tanrılar çok etkilenir ancak denizler tanrısı olan Poseidon’un vaad ettiği su tuzlu sudur. Athena’nın mızrağını sapladığı yerden ise bir filiz çıkar ve büyür, çok güzel bir zeytin ağacı olur ve “Bu da zeytin ağacıdır’ der başlatır anlatmaya. Zeytini yiyebilir, yağını yemeklerde kullanabilir, ilaç yapabilir, yakıp aydınlanabilirsiniz, üstelik bozulmaz ve bozulmasını istemediğiniz yiyeceklerinizi saklayabilirsiniz der. Bütün tanrılar bu ağaca bakakalır ve büyülenirler böylelikle şehrin koruyucu tanrısı Athena seçilir ve şehir onun ismi ile anılır.

Zeytin ağacı ne kadar kadim, bilge bir ağaç, kıymetini bilmeyenler utansın.

Atina akropolisinde en önemli yapılar Parthenon tapınağı, Erekhtheion tapınağı, Nike tapınağı ve Propyleia (giriş kapısı) dır. Ayrıca Dionysos tiyatrosu da yine bu arkeolojik alanda yer alıyor.

Gerçekten yapılar muazzam, teknolojinin olmadığı bir dönemde bu kadar yüksek bir tepeye, bu kadar işçilik isteyen yapılar, estetikten ödün vermeden nasıl yapılmış insanın aklı almıyor. Bu işte de uzaylıların parmağı olmasın:)

Akropolis’ten şehre baktığınızda Zeus tapınağını, Hephaestus tapınağını, Monastraki meydanını ve daha adını hatırlayamadığım birçok anıtsal yapıyı görmeniz mümkün. Bu bana yetmedi derseniz aşağıda Akropolis müzesini de gezebilirsiniz.

38 derece sıcakta, kızgın güneşin altında, azimle bu arkeolojik alanı dolaştıktan sonra kan ter içinde tepeden aşağı salınıyoruz. Bu yolun her iki yanında bu kadar çok zeytin ağacı olması hikayeyi dinledikten sonra daha da anlamlı oluyor. Gerçi ağaçların gövdeleri ince, bunlar genç ağaçlar ama olsun hikayeye uygun yolu düşünenlere koca bir alkış….

Plaka, Akropolis’in eteklerinde hediyelik eşya dükkanları, kafe, restoranların yoğun olduğu turistik bir bölge. Burası oldukça hareketli, cıvıl cıvıl bir yer. Bu kadar emekten sonra soğuk bir şeyler içmeyi hak ettik, bir de atıştırmalık musakka sipariş ediyoruz. Bu musakka annelerimizin yaptığı musakka gibi değil, dış görüntüsü lazanyayı andırıyor, oldukça lezzetli. Hangisini beğendik derseniz, ikisi de güzel.

 

Plaka’da verdiğimiz kısa molanın ardından yürümeye devam. Yolumuzun üstünde Ermou caddesi var, burası mağazaların, kafelerin olduğu uzun bir cadde, biraz bizim İstiklal caddesini andırıyor. Görmedik dememek için yürüyoruz.

 

Bir sonraki hedefimizde Monastiraki meydanı ve hemen yanı başında bulunan bit pazarı var. Monastiraki meydanı Atina’nın en turistik yerlerinden biri, meydanda bir de Osmanlı döneminden kalma cami göze çarpıyor, bu cami günümüzde müze olarak hizmet veriyor. Atina’nın pek çok yerinden olduğu gibi buradan da Akropolis’i görmek mümkün. Meydanın hemen yanı başında başlayan bit pazarı renkli, kalabalık bir sokak. Biz antika göremedik ama 2.el deri eşyalar çoktu. Meydana yakın başka bir cazibe noktası sağlı sollu geleneksel Yunan tavernalarının olduğu Mitropoleos sokağı. Doğrusu tabelalardaki yiyeceklerin çoğu tanıdık. Yeri gelmişken dönerin Yunanistan’da çok yaygın olarak satılan bir yiyecek olduğunu belirteyim. Gyros adı ile sattıkları bu ürünü domuz, tavuk ya da sığır etinden yapıyorlar. Küçük bir pita ekmeğini külah gibi kıvırıp içine döner, cacıki, patates kızartması ve isteğe göre soğan koyuyorlar, tavernalarda porsiyon olarak da yemek mümkün. Biz beğenerek sıkça yedik. Ama Mitropoleos sokakta denediğimiz ‘yoğurtlu kebab’ bizden geçer not alamıyor, Adana, Antep, Urfa’da kebap yediyseniz bunlara kebap demeye diliniz varmaz.

Eğer mitolojiye merakınız varsa bir tam gününüzü Akropolis ve müzesine ayırmak gerekir ama bizim gibi biraz gördük, biraz okuduk bu kadar yeter diyenlerdenseniz yürüyerek önemli çoğu yeri 1 günde görebilirsiniz. Sıradaki hedefimiz Syntagma meydanı ve ardından Parlamento binası, yine Ermou caddesinden geçerek ilerliyoruz. Parlamento binasının önündeki ponpon ayakkabılı nöbetçi askerleri görev devri yaparken izlemek eğlenceli.

Parlamento binasının hemen yanı başında Milli Park var, burası heybetli ağaçları, kuş cıvıltıları ile şehrin göbeğinde tam bir vaha. İçinde küçük bir hayvanat bahçesi de olan park cennetten minik bir demonstrasyon gibi. Vaktiniz çoksa kitabınızı alıp çimlerin üstünde keyifle vakit geçirebilirsiniz. Bizim vaktimiz sınırlı olduğundan parkta uzun bir yürüyüş sonrası buradan ayrılıyoruz. Küçük bir not parkın kapısında 19.30’da kapandığı yazıyor!!!

Kolonaki bölgesi bir diğer görmek istediğimiz yer, daha önce Atina ile ilgili okuduklarımızda buranın çok hareketli, canlı bir yer olduğu yazıyordu. İstanbul’un Nişantaşı’sı yakıştırmaları yapılmıştı. Doğrusu bizim ziyaretimizde mağazaların çoğu kapalıydı ve mekanlar boştu. Bu kadar yürüyüşün hatırına bir kafede oturup soğuk bir şeyler içtik ama burayı görmeseydik kayıp saymazdık.

Şimdi arabamızı bıraktığımız Akropolis’e doğru geriye dönüş zamanı. Plaka yolumuzun üstünde olduğu için burayı akşam da görme fırsatımız oluyor, yine kalabalık, yine canlı.  Tarihi yapılar çok güzel ışıklandırılmış.

Bu gezide Akropolis’ten daha yüksekte bulunan Lycabettus dağı’na çıkamadık. Buradan gün batımını izlemek hem hatıralarda hem de fotoğraflarda eşsiz anılar bırakırdı, belki bir daha ki sefere…

Atina’ya karavanla gelecekler için kısaca kaldığımız kampingten de bahsedeyim. Araştırdığımız kadarıyla Atina merkezde camping yok, Atina’ya yaklaşık 20 km mesafede otobana komşu bir camping gördük ama sıcak havada denizden de faydalanmak için Nea Makri bölgesini seçtik. Camping Ramnaus karavan alanları ağaçlar ile ayrılmış, sessiz, deniz kenarında güzel bir kamping ancak ortak kullanım alanları çok iyi değil. Kısa süreli konaklamalar için değerlendirilebilir.

Atina güzel bir şehir, hafta sonu gelinebilecek yakınlıkta ve 2 gün bu güzel şehri gezmek ve yaşamak için yeterli.

Bir sonraki durağımız Mora yarımadası, görüşmek üzere…

 

 

 

KATO GATZEA-KALA NERA-VOLOS

İlk ana hedefimiz olan Atina’ya doğru ilerlerken Volos yakınlarında bir mola verdik. Kaldığımız kamping Kato Gatzea ve Kala Nera köylerinin arasında konumlanmış, önünü Pagasetik körfezine, arkasını Pelion dağlarına dayamış zeytin ağaçları ile dolu doğal bir yer. Yolumuzun üzerinde bulunan Dimini önemli bir arkeolojik alan, neolitik döneme ait çok sayıda buluntu var. Benim dikkatimi çeken şey tarihe çok sahip çıkıyor olmaları. Pek çok medeniyete ev sahipliği yapmış güzel ülkemi düşününce elimizdekilerin kıymetini pek bilemiyoruz diye hayıflanıyorum. Bir diğer hayıflandığım şey ise zeytin ağacına verilen kıymet, şimdiye kadar gezdiğimiz pek çok yer uçsuz bucaksız zeytinliklerle dolu, yakın zamanda zeytinlikler ile ilgili meclisimize sunulan tasarıyı hatırlayınca içime ince bir hüzün çöküyor. Neyse enseyi karartmayalım. Kaldığımız yere 2 saat mesafede yer alan Meteora bölgesi ise dağlardaki kayalıklara kurulan manastırları ile ünlü bir yer, gitme fırsatımız olmadı ama internetten baktığımız fotoğrafları gerçekten büyüleyici. (Meteora fotoğrafları internetten alıntıdır!!!

Kaldığımız kamping oldukça organize bir yer, bir kampingte olması gereken her şey var, ortak kullanım alanları oldukça temiz. WC, duş ve diğer ortak kullanım alanlarının olduğu ana adada sürekli bir temizlik görevlisi var. Mutfakta içilebilir su veren inox arıtma cihazı var, üstelik suyu soğuk veriyor. Mini marketi temel ihtiyaçlara cevap veriyor, restoranının menüsü yeterli. Avrupa’nın birçok yerinden gelenler var, gözümüze en çok Alman, Fransız ve İtalyan plakaları takılıyor ve genel tercih motokaravandan yana. Buradaki insanların çoğu kamp bilincine sahip, öğlen siesta zamanı ve akşam 23.00 ten sonra kamp çok sakin oluyor.

Akşam yemeğinde paella ve kırmızı şarap var:)

Denizi güzel, kumluk ve çok çabuk derinleşmiyor. Ancak sakinlik istiyorsanız sahilde bu çok mümkün değil, çok çocuk var. Kampingin bir diğer ucundaki kayalık plaj sakinlik arayanlar için daha ideal.

Sakinlik arayanlar, merdivenlerle inilen bu kayalık plajı tercih edebilir.

Sabah erken saatte kampingten köye doğru yaptığım yürüyüşte denizin o en tatlı, en yumuşak zamanına genellikle yaşlı insanların kıymet verdiğini gözlemliyorum. Kalabalık uykudayken, çoluk-çocuk sesi yokken bu güzelliğin keyfini çıkarıyorlar. Bir de kapısının önünü süpüren teyzelerin üşenmeden evlerinin önündeki yolu, sağı-solu süpürmeleri dikkatimi çekiyor, ne güzel şey, her yer tertemiz.    

Yolda beni bir sürpriz bekliyor, karavan meraklıları Hymer’in efsane Eriba Touring modelini bilirler, bu karavan 1958’ten beri üretilen zamansız bir karavan. Yol üstünde bu karavanın çok eski bir modelini görüyorum. Üstelik karavanı çeken minik araçta deniz motoru, rüzgar sörfü gibi pek çok aparat da var, tam teçhizatlı kameraman Cevat Kelle misali minnacık alana bir sürü şey sığdırmış, keyif ehli olmak böyle bir şey olsa gerek.

İnsanlar tatlı uykularından uyanırlarken ben köydeki yürüyüşümü sonlandırıyorum. Bugün bizde Zodyak botumuzla balık tutma planı yaptık. Öğleden sonra botla açılıyoruz, biraz yüzme molası, biraz gezinti derken akşam balık tutma zamanı geliyor. Hayaller çipura-karagöz, gerçekler istavrit:)) Benim oltama irice istavritler takılıyor, Serhat’a gelen yok, havanın kararmasıyla kıyıya yanaşalım derken oltalarımız karışıyor ve balık maceramız sona eriyor.

Ertesi sabah Atina yakınlarında konaklayacağımız Nea Makri’ye doğru yola çıkıyoruz, niyetimiz yolumuzun üzerinde olan Volos’a uğrayıp burayı gezdikten sonra yola devam etmek ama çekme karavanla birlikte yaklaşık 10m uzunluğa sahip aracımızı park edecek yer bulamadığımızdan rehberlerin tabiriyle panoramik şehir turunun ardından yolumuza devam ediyoruz. Arabaya yaptığımız bu turda gördüğümüz kadarıyla burası hareketli bir liman kenti, yakın adalara giden arabalı feribotlar ve büyük yük gemileri göze çarpıyor. Bunun dışında yapılaşma düzenli, şehir hareketli. Bir daha yolumuz düşerse detaylı gezmek umuduyla Volos’a veda vakti.  Sırada ilk ana hedefimiz olan Atina var….

 

 

SELANİK

 

Kavala’dan sonra istikamet Selanik. Egnatia Odos otobanını izleyerek Kavala’dan Selanik’e doğru yol alıyoruz. Yolculuğumuzun başından beri otobanın her iki yanında çok sayıda ekili tarım arazisi gözümüze çarpıyor, dağlar-tepeler zeytin ağaçlarıyla dolu ve azımsanmayacak kadar da hayvan ağılı var. Demek ki tarım ve hayvancılık önemli diyoruz ama yine çalışan insana rastlamıyoruz:)

Selanik Ata’mızın memleketi olması nedeniyle bizde ayrı bir heyecan uyandırıyor. Selanik’in caddelerini, sokaklarını hızlı hızlı adımlayarak Ata’mızın evine ulaşıyoruz. Şimdilerde müze olarak hizmet veren bu evde Türk görevliler bizi karşılıyor, giriş ücreti yok, sakin bir zamana denk geldiğimizden beklemeden içeri giriyoruz. Erken yaşta babasını kaybeden, çocukluğundan itibaren zorluklar ve imkansızlıklar içerisinde büyümesine rağmen pes etmeyi değil çabalamayı seçen ve bir ülkenin kaderini değiştiren azimli, çalışkan, inançlı bu büyük insanın hatırası gözlerimizi dolduruyor, nurlar içinde yatsın.

Yürüyerek şehri keşfe devam ediyoruz. Aristoteles meydanı şehrin kalbinde, bir ucu denize diğer ucu şehre bakıyor, caddeler, sokaklar illa ki bu meydana açılıyor. 1917 yılında şehirde çıkan ve çok sayıda evi tahrip eden bir yangın sonrasında tüm şehirle birlikte Fransız bir mimar tarafından kurgulanmış. Meydanda ve ona bağlı cadde ve sokaklarda çok sayıda dükkan var. Bu dükkanlardan biri de ünlü Terkenlis pastanesi, tabi tabelasına bakınca ne yazdığını anlamak zor. Buranın çeşit çeşit, yaş pasta gibi paskalya çörekleri meşhur. Zaten vitrine bakınca gözünüz dönüyor, rejim yapanlar bakmasın:))

Beyaz kuleyi sahilde görebilirsiniz,  beyaz olmayan bu yapı Selanik’in simge yapılarından biri, ücret karşılığında kaleye çıkmak mümkün. Sonra buradan başlayıp limana kadar devam eden uzuuuunnn bir sahil yolunda yürüyüş yapabilirsiniz. Sahil boyunca pek çok spor yapan, bisiklete binen, bir o kadarda kafelerde keyif yapan insan görebilirsiniz.

Aya Sofya kilisesi, Aya Dimitri kilisesi, Aya Ekaterini kilisesi, Nikolaos Orfanos kilisesi gibi dini yapılar şehrin dört bir yanına dağılmış. Tüm bu yapıları yürüyerek görmeniz gezmeniz mümkün.

Rotunda Roma’daki Pantheon benzeri yuvarlak devasa bir yapı, şimdiye kadar çok tanrılı bir tapınak, Hristiyan kilisesi, Cami ve sonrasında yine kilise olarak kullanılmış, minaresi hala duruyor.

Galerius kemeri Roma imparatorunun gücünü temsil eden bir yapı, halk arasında Kamara olarak biliniyor ve bir buluşma noktası.

Şehirde gezerken Osmanlı mimarisi örneklerini de görmek mümkün, bunlardan bedesten bugünde alışveriş amaçlı kullanılan yapılardan biri.

Dikastrion Meydanı’na yakın bit pazarı gündüz antikacı ve eskicileri, gece ise tavernaları ve işkembecileri ile görülecek yerler arasında.

Kapani çarşısı da görülmesi gereken yerler arasında, bizim kasaplarımızda görmediğimiz değişik av hayvanlarını buradaki kasapların vitrininde görmek mümkün. Her ne kadar et yemeye karşı olmasam da bu hayvanları öyle görünce yüreğim sızlamıyor değil. Günümüzde bu çarşıda balık, et, sebze-meyve, içki, kuruyemiş, baharat, şekerleme gibi pek çok şeyi uygun fiyata bulmak mümkün. 

Sanat her yerde…

Bir de şehrin yeni cazibe merkezi olan Ladadika’dan bahsetmek gerek. Burası Osmanlı döneminde Pazar yeri olarak kullanılan bir yermiş, eski Selanik hakkında güzel fikir veren bir yer. Şimdilerde bizim Karaköy gibi yeniden canlanmış. Çok güzel restoranlar var, turist tuzağı olduğuna yönelik bazı yorumlar var ama biz böyle düşünmedik ve çok keyif aldık.

Son olarak bizim için Selanik’te önemli başka bir cazibe merkezi olan Zampetas karavan park ve servis alanından bahsedeceğim. Burası hem karavanlara yedek parça-servis hizmeti veren bir yer hem de aradığınız pek çok şeyi uygun fiyata bulabileceğiniz bir karavan marketi var. Üstelik çalışma saatleri içinde ücretsiz park, elektrik, su, wi-fi hizmeti veriyorlar. Bir çocuk oyuncak mağazasına girince nasıl heyecanlanırsa biz de karavan markete girince öyle heyecanlandık. Fiyatlar oldukça uygun, yaz mevsimi olması nedeniyle oldukça yoğundular.

Selanik hafta sonu gelinip gezilebilecek çok güzel bir şehir, gezi programınıza almanızı kesinlikle tavsiye ederiz.

 

 

 

 

 

 

KAVALA

Kavala Yunanistan gezi turlarında hep öne çıkarılan, fotoğraflarıyla çoğumuzu büyüleyen, bizim de çok merak ettiğimiz bir yerdi. Burada konaklayacağımız yer Batis Camping. Burası bir multicomplex, balo salonu, toplantı salonu gibi hizmetlerin yanı sıra hem kamping hem de Kavala merkeze yakın konumuyla günübirlik ziyaretçiler için beach hizmeti veriyor. Denizi çok güzel, aynı zamanda hem erişkinler hem çocuklar için havuzu da var. Kampingte konaklayanlar plaj-şezlong-şemsiye ve havuz hizmetinden ücretsiz faydalanabiliyorlar. Çadır ya da karavanla kamp yapacaklar için önerebileceğimiz, güzel bir tesis.

Karavanımızı park edip yerleştikten sonra biraz denizin ve güneşin tadını çıkaralım diyoruz zira 40 derece sıcakta şehir turu yapmak pek akıllı işi olmaz. Akşam güneş batmaya hazırlanırken bizde şehir turuna çıkıyoruz. Kavala bir liman kenti, hayalimizde mavi-beyaz renklerle bezenmiş, dalgaların masanızın altına şıp-şıp yaptığı, fotoğraflardaki gibi sıra sıra Yunan tavernaları ile dolu bir yer var. Ama biz hayallerdeki yeri bir türlü göremedik. Limanda çeşitli tavernalar var ama hiç biri denize sıfır değil. Kalenin altındaki su kemerlerinden devam ettiğimizde ilerlerde bir yerlerde deniz kenarında tavernalar var ama orası da Kavala değil sanki.

Elbet fotoğraflardaki yeri görürüz diye eski şehre doğru yol alıyoruz.

 

Yolumuza Osmanlı’dan kalma imaret çıkıyor. Minik bir bilgilendirme, imaret; Osmanlı döneminde yoksullara ve öğrencilere yardım amacıyla oluşturulan hayır kurumu. Kavala’da yer alan imaret Kavalalı Mehmet Ali Paşa tarafından yaptırılmış ve medrese, mektep ve aşevi olarak hizmet vermiş. Şimdilerde ise büyük bir kısmı lüks bir otel olarak hizmet veriyor.  Buranın ziyaret saatini geçirdiğimiz için ne yazık ki içeri giremiyoruz ama şahane girişinin fotoğrafını çekebiliyoruz.

Yola devam, ilerde bizi Muhammed Ali’nin heykeli ve evi bekliyor. Muhammed Ali yani Kavalalı Mehmet Ali Paşa, Mısır valisi, Kavalalılar Hanedanı’nın kurucusu, Mısır ve Sudan’ın ilk hidivi. Osmanlı Devleti’ne karşı başarıyla sonuçlanan bir isyan çıkarmış.(Vikipedi) Biraz detaylı okuyunca Osmanlı’nın başını epey ağrıtmış birine benziyor.

Buradan biraz daha ilerleyip merdivenlerle devam eden patikayı takip ettiğimizde bizi bir tarafta Kavala manzarası bir tarafta şahane kayalıklar karşılıyor. Keşke mayolarımız olsaydı da bu güzel yerde yüzseydik diye iç geçiriyoruz.

Şimdi merkeze geri dönme zamanı, limanda yaptığımız uzun yürüyüş sonrası hayalimizdeki fotoğrafa rastlayamadığımız için ara sokaklarda bulunan, yerel halkın tercih ettiği bir tavernada akşam yemeğimizi yiyelim diyoruz.

Dikkatimizi çeken şey mekanların saat 21.00’den sonra dolmaya başlaması. Oysa annemizin evinde olsak çoktan yemeğimizi yemiş, çayımızı içmiş, televizyonun karşısında annemizin bıçağın ucuna taktığı mevsim meyvalarını yemeye başlamıştık:)

Karnımız doydu, sırtımız pek artık karavanımıza geri dönme zamanı. Yolumuzun üstünde çok sayıda bizlerin kavala kurabiyesi olarak bildiği tereyağlı kurabiye satan dükkan var, hepsi de en hakiki ve en güzel kurabiyeyi kendilerinin sattığını iddia ediyor, öz-hakiki-en gerçek kavala kurabiyesi levhasını görsek şaşırmayacağız:)

Sırada Selanik var, görüşmek üzere, hoşçakalın…

 

 

 

 

 

BONUS YAZI: THASSOS

Aslında bu gezide Thassos adası ara durak noktalarımızdan biri değildi ama geçen sene çadırla yaptığımız Yunanistan turunda burası o kadar hoşumuza gitti ki belki aklınıza düşer de gitmek isterseniz diye yazmadan edemedim. Bir zamanlar balkanlardaki pek çok yer gibi Osmanlı’ya ait olan bu adanın eski adı Taşöz. Bu adı adadaki mermer ocaklarından alıyor. Adaya ulaşım Keramoti ya da Kavala’dan feribotla sağlanıyor. Biz yolculuk süresinin daha kısa ve dolayısıyla bilet fiyatlarının daha uygun olmasından dolayı feribota Keramoti’den binmeyi tercih etmiştik. Keramoti küçük bir kıyı kasabası, buraya otobanda İskeçe’yi geçtikten sonra Keramoti tabelalarını izleyerek ulaşabilirsiniz. Feribot saat ve ücret tarifelerine www.thassos-ferries.gr/tr sitesinden bakabilirsiniz. Bizi Thassos adasına götüren feribot şimdiye kadar bindiğim en temiz, en güzel tasarlanmış feribottu.

Yolculuğumuz sırasında martılar aynı İstanbul vapurlarına eşlik ettikleri gibi neşeli çığlıklarıyla bu yolculuğa eşlik ediyorlar.

Yaklaşık 1 saat süren yolculuk sonrası feribottan indiğiniz yer Limenas Bölgesi. Ada 3 ana bölgeden oluşuyor. Bunlar Limenas, Limenaria ve Pathos. Arabayla adayı turlamaya başlıyoruz. Önceliğimiz kalacağımız kampinge karar vermek. Adada hizmet veren 3 kamping var, gezi sitelerinde çoğunlukla Golden Beach’teki kamping övülmüş ama biz Pathos yakınındaki Pefkari kampingi beğenip burada kalmaya karar veriyoruz. Thassos öyle bir ada ki irili-ufaklı pek çok koyu ve plajlarıyla her zevke hitap edebilecek tesis bulmak mümkün. İsterseniz gösterişli-eller havaya beach club’lar, isterseniz elektriğin ulaşmadığı minicik koylarda sakin-kaliteli müzik ve sadece doğa.

Kaldığımız kamping deniz kenarında, temiz, organize ve Pathos merkeze yürüme mesafesinde bir kampingti. Bu kampingi gönül rahatlığıyla öneriyorum, sanırım tekrar Thassos’a gidecek olsak yine burada kalırız.

Adada biraz önce de bahsettiğim gibi çok sayıda koy ve plaj ve bir o kadar tesis var. Aracınız varsa dolaşarak beğendiğinize karar verebilirsiniz. Genel olarak giriş ücreti yok, bir şeyler yiyip içecekseniz ki içtiğiniz sadece bir kahve bile olabilir bu durumda şezlong ve şemsiye ücreti almıyorlar.

Thassos’a gitmeden önce gezi sitelerinin çoğunda önerilen Aliki beach’e uğradık, buraya ulaşmak için arabanızı tepede yol üstünde bırakıp, plaja doğru inmeniz gerekiyor. Bu koydaki mekanların çoğunda Türkçe menü var, genel olarak meze ve deniz ürünleri ağırlıklı,  doğrusu adada bu kadar güzel yer varken neden herkes burayı önermiş, ne bulmuşlar anlayamadık. Yolunuz düşerse gezi sitelerinin hatırına bir gidip görün ama fazla vakit geçirmeye değecek bir numarasını göremedik.

Adada en çok beğendiğimiz yerlerden biri Giola. Buraya ulaşmak için kötü-toprak bir yolu takip edip arabanızı tepede park ettikten sonra bir süre yürüyerek keçi yolunu andıran yollardan denize doğru inmeniz gerekiyor. Bu çabayı fazlasıyla hak edecek bir yer, şahane kayalıkların içinde açık denizle bağlantısını koparmamış doğal bir havuz sizi bekliyor.

Burada doğanın bizlere sunduğu şahane havuzun tadını çıkardıktan sonra dönüş yoluna geçiyoruz, yine aynı toprak yoldan ana yola doğru yol alırken minik-sakin bir koy bize göz kırpıyor. Burada elektrik yok, jeneratör ile buzdolabını soğutan minibüsten bozma bir büfe, mütevazı mobilyaları ve seçtiği şahane müziklerle adeta ‘Hadi gelin, pişman olmayacaksınız’ diyor. Gerçekten deniz güzel, müzikler güzel, bir bira içip kalkalım derken bir de bakmışız güneş batmış:)

Bir diğer çok beğendiğimiz yer Marble beach, burası mermer ocaklarının mermeri yüklediği limana komşu olduğundan yıllarca biriken minik-beyaz mermer kırıntıları şahane bir plaj oluşturmuş, kum beyaz, deniz mavi, fotoğraf çekmek Allah’ın emri:)

Golden beach, uzun, uçsuz-bucaksız, adı üstünde altın rengi kumuyla ve bu uzun sahil boyunca hizmet veren çeşitli plajlarıyla bir başka cazibe noktası ama bizi fazla cezp etmedi.

Ben beach’siz yapamam, keyfime düşkünüm, hoş bir yerde denize girmek istiyorum derseniz çokça böyle yer var ama biz en çok Psili Ammos’u beğendik. Üstelik burada konaklama hizmeti de var.

Hoşumuza giden bir başka koy Arsanas Beach bar tabelasını takip edip gidebileceğiniz, yine elektrik olmayan, minik, kayalık bir koy. Zıpkın meraklıları için uygun, sadece maske-şnorkel yapacaklar için davetkar.  Kalabalık olmadığını söylemeye gerek yok sanırım.

Thassos yazısına son vermeden önce adada bir dağ köyü olan Panagia’dan da bahsetmezsek olmaz. Burada çeşit çeşit ızgara et sunan( hatta kokoreçte var) mekanlar var. Biz tavsiye üzerine Taverna Elena’ya gittik ve gayet memnun ayrıldık.

Özetle Thassos güzel bir ada, ulaşım kolay, fiyatlar makul, farklı zevklere hitap edebilecek çeşitlilikte plaj ve koyları var,   gidilesi-görülesi…

 

GÜMÜLCİNE-İSKEÇE

Aslında gitmek istediğimiz ilk ana nokta Atina ancak çok uzun bir yolculuk olması nedeniyle güneşin bize verdiği yetkiye dayanarak ve serin sulara güvenerek çok sayıda ara durak noktası belirledik. Dedeağaç sonrası ilk ara durağımız Kavala. Türkiye’den Yunanistan’a giriş yaptıktan itibaren sizi Atina’ya kadar götürecek bir otoban var, Egnatia Odos. Otobandan ayrılarak ara durak noktalarına gidebilirsiniz. Otoban üzerinde ilerlerken Komotini (Κομοτηνή)  levhasını görünce merak edip otobandan ayrılıyoruz, şehirle karşılaşınca anlıyoruz ki burası Gümülcine. Gümülcine sırtını dağlara vermiş, iç kısımda kalan bir şehir, deniz kenarında değil. Çok tanıdık, çok bizden bir yer ama bir önceki yazıda da bahsettiğim üzere bir o kadar da farklı. İnsanlar rahat, kafeler dolu, sohbetler gürültülü. Üniversitesi olan bir şehir olduğundan genç ve neşeli bir kalabalık var. Burada kısa bir mola vereceğimiz için şehri yürüyerek dolaşıp bir de karnımızı doyurma niyetindeyiz.

Şehir merkezi yürüyerek keşfedilecek kadar küçük, yürümeye başlayınca Osmanlı mimarisi örnekleri gösteren binalar görüyoruz. Bunlar; Eski Cami, Yeni Cami, Gazi Evranos bey imareti, saat kulesi. Çarşıda dolaşırken ‘King Food’ diye bir mekan gözümüze takılıyor, güzel çorbalar var, sulu yemekler çok tanıdık, döner var, o da ne kulağımıza Türkçe kelimeler geliyor. Aşçı bize hoş geldiniz dedikten sonra buraya özel olduğunu söylediği lahmacun arasında döner yememizi tavsiye ediyor. Bildiğimiz dürüm dönerin lavaş ekmeğine değil de lahmacuna sarıldığını ve caciki ile soslandırıldığını düşünün, doğrusu denemeye değer bir lezzet, bizim hoşumuza gitti. Aşçının bize ikram ettiği Arnavut ciğeri ile damaklarımız şenleniyor ve az daha yersek kalkamayız endişesiyle müsaade istiyoruz. Yine buralarda çok meşhur olan Nedim Pastanelerinin sadece vitrinine bakıp Gümülcine’ye vedaya hazırlanıyoruz. Bu kısa Gümülcine turundan sonra otobana yönelip Kavala’ya doğru yolumuza devam ediyoruz. Tabelalarda Xanthi yol ayrımı göz kırpıyor, hadi burayı da görelim diye yine otobandan ayrılıyoruz.

 

Xanthi bizim İskeçe’miz. Yine Osmanlı mimarisi örnekleri var, pek çok şey yine tanıdık. Burada bir kahve molası veriyoruz, şahane bir koca çınarın altında, kuş cıvıltılarının arasında keyifle frappelerimizi yudumluyoruz. Küçük dükkanlardan gelen taze çekilmiş kahve kokuları neşeye benzer duygular çağrıştırıyor. Çok sayıda genç insan bu neşeden nasibini almışçasına sokaklarda, kafelerde tatlı sohbetler içindeler. Buradaki üniversite bu neşeli genç insan kalabalığının sebebi olsa gerek. Bir de İskeçe’nin her yıl Şubat sonu Mart başına denk gelen tarihlerinde (anladığım kadarıyla kesin bir gün yok) arasında bir festivale ev sahipliği yaptığını öğreniyoruz. Rivayete göre Hazreti Meryem’in yaşadığı yer çevresinde İsa’nın büyüdüğünde peygamber olacağına ilişkin söylentiler üzerine yönetimin bundan rahatsız olup İsa’yı öldürteceği söylentileri yayılıyor. Bunun üzerine halk İsa’nın tanınmaması ve bulunmaması için bütün çocukların yüzlerini boyuyor, böylelikle çocuklar birbirinden ayırt edilemez hale geliyor. Ancak 10 günün sonunda bu söylentilerin asılsız olduğu anlaşılıyor. İsa’nın ölümden kurtulmasına sevinen halk bütün gün eğlenip, çocuklarını yıkıyorlar ve temiz bir Pazartesi’ye uyanıyorlar. İnsanlarda o tarihlere denk geldiği düşünülen Şubat sonu Mart başında yüzlerini boyayıp, eğlenip, temiz bir Pazartesi’ye uyanarak bu günleri festival havasında yaşıyorlar. Hikaye böyle, festival zamanı İskeçe’nin çok kalabalık olduğunu, kalacak yerleri çok önceden ayırtmak gerektiğini ve Rio kadar olmasa da keyifli bir festival olduğunu söylediler.

    

FESTİVAL FOTOĞRAFI İNTERNETTEN ALINTIDIR!

İskeçe’den de ayrılma vakti. Bir sonraki yazıda Kavala’da görüşürüz.